Bu hafta sonu Klos Dağcılık Sönmez Erkaya önderliğinde KUDAK (Koç Üniversitesi Dağcılık Klübü) ile birlikte Sultan Dağlarına gideceğiz. Hedefimiz dağın 2675 metre rakımlı en yüksek noktası Gelincikana zirvesi. Afyonkarahisar ili sınırları içinde bulunan bu sıradağların ismi, Bizanslılarla Selçuklular arasındaki savaşta Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah’ın ordusunu dağın yamacına yerleştirmesinden geldiği söyleniyor.

Bu faaliyete 29 kişilik kalabalık bir ekip katılıyor. Koç Üniversitesi öğrencileri hepsi pırıl pırıl gençler. Doğrusunu söylemek gerekirse onlara imreniyorum. Benim öğrencilik zamanımda (90’lı yıllar) kaliteli teknik malzemeye kolay ulaşım imkanı yoktu. Maddi imkanlar iyi olsa bile seçenekler şimdiki kadar geniş değildi. Artık yurt dışında gördüğümüz yeni sezon ürünleri -vergilerden kaynaklanan ek maliyeti saymazsak- uygun fiyatlarla ülkemizde de bulabiliyoruz. Bu nedenle şanslılar. Aslına bakılırsa hala teknik malzemelere ufak bir servet yatırmak gerekiyor. Ama doğa sporları kulüpleri sayesinde bu problem aşılabiliyor. Bazı klüpler bu malzemeleri günlük kiralamanıza olanak sağlayabiliyorlar.

Doğa sporları ürünleri satan firmalar İstanbul’da Karaköy ve Kadıköy civarında toplanmış durumda. Kendi gözlemlerim ve çevremden duyduklarım buralarda çalışan satış görevlilerinin ihtiyaçlar konusunda insanları doğru yönlendirdikleri yönünde. İçlerinde aktif olarak araziye gidip bu malzemeleri kullanan sayısı az olsa da bu ürünleri talep edenler genellikle araştıran kesim olduğu için iki taraf birbirini tamamlıyor.

Yeni bir malzeme alacağınız zaman, önce üyesi olduğunuz klübünüzden veya bir arkadaşınızdan ödünç alma yöntemini tavsiye ederim. Ancak bu şekilde doğru ürüne doğru yatırım yapabilirsiniz. Örneğin kilitleme mekanizması çevirerek sıkıştırmalı olan bir baton işlevsiz olabilir. Bunu görüp farklı kilitleme mekanizması olan bir batona yönelebilirsiniz. Tek kurulumlu ve çift kapılı bir çadırın pratikliğini kullandıkça görebilirsiniz. Bir de yatırım yaparken 1 hafta sonra gidilecek yeri düşünerek değil uzun süre kullanım ihtiyacınızı düşünerek tercih yapmanızda fayda var. Örneğin bir uyku tulumu, diğer malzemelere kıyasla dikkatli bir kullanımda 10-20 yıl size hizmet verebilir. Alırken ısı değerlerine fazla takılmadan hafifliğine dikkat etmek gerekir. Uyku tulumları için üretilen ipek içlikler var. Uzun yıllar temiz kullanım içim içlik kullanmanızı tavsiye edebilirim.

Doğa sporları ile içli dışlı olmaya başladığımdan beri AVM’lerden alışverişim azaldı. İnanın koca AVM’de bir sürü mağazaya girip çıkıyorum, ilgimi çeken bir ürün çıkmıyor. Hayır, sorun mağaza çalışanlarının bilgisizliği veya yaklaşımı değil. Tam tersine geçmiş yıllara göre çok geliştiler. Sorun bende. Neredeyse her üründe askeri standartlar arar duruma geldim. Senelerce kot pantolon giymiş biri olarak eski fotoğraflarıma bakıp şaşırıyorum. 70’li yıllarda İspanyol bol paça pantolon giymiş anne babalarımız gibi hissediyorum. 2000 yıllarda kot pantolon giymek bana çok saçma geliyor. Kot pantolon yazın terletiyor, kışın üşütüyor. Sağlıklı bir giyecek değil, doğada bir yeri yok. Çoktan tarih olması gerekirdi. Ben pratik ve ucuz diye yıllarca giymişim. Bir zamanlar Levis 501 efsanesi vardı. Giymek için para biriktirirdik. Bir de Converse’un basketbolcu ayakkabıları modaydı. Taraklı ayaklarımı rahatsız etse de popüler diye bu ayakkabıyı giyiyordum. Ayak yapısını desteklemeyen, uzun saatler giyildiğinde ağrı yapan bu ayakkayıbı düz taban olmadan bıraktım çok şükür.

Benzer bir duyguyu yemek alışkanlıklarımı değiştirdiğimden beri süpermarketlerde yaşıyorum. Koca koca marketlerde ekmek, süt gibi temel birkaç şey dışında yiyecek bir şey bulamadan dışarı çıktığım çok oluyor. İşlenmemiş, doğal ürünler bulmak için süpermarketler sanırım en son bakılacak yerler. Mahalle bakkalını daha sık ziyaret ediyorum. Şu an alışveriş alışkanlıklarım daha küçük, butik hizmet veren yerlere doğru yöneldi. Belki de mahalle bakkallarını özledim bilemiyorum.

Aracımız cuma akşamı 23:00 gibi Mecidiyeköy’den hareket ediyor. Hazırlıklarımı yapıp 22:00 gibi evden çıkıyorum. Yanımda sokak köpekleri için hazırladığım küçük et parçaları var. Daha gece nöbetleri başlamamış ama kamp çantamı gördükleri zaman havladıkları için nolur nolmaz rüşvetimi şimdiden hazır ettim. Koşarak geliyorlar ve etleri löp löp götürüyorlar. Bu sırada uslu yakalamışım hadi bir foto çekeyim diyorum. Fotoğraf makinemi çıkarıp denklanşöre basıyorum. Hafif bir flash patlaması oluyor. Ama o da ne! “hafıza kartı yok” uyarısı veriyor. Hafıza kartını bilgisayara takılı unutmuşum. Haydaa. Bu arada flash patlamasından rahatsız olan kuçulardan biri kafasını kaldırıp bana bakıyor. Hiç de dostça bir bakış değil bu. Yemeye devam etme ile havlama arasında ikilem yaşıyor. Ben de daha fazla şansımı zorlamadan eve dönüyorum. Geri dönüşümü kısaca tarif etmek istiyorum: “Acele değil ama çabuk çabuk” diyebiliriz 🙂 Bir “Şener Şen koşusu” gibi ayaklarım popoma vura vura değil kesinlikle 🙂 Hafıza kartını alıp tekrar çıkıyorum yola. Kuçukuçular yemeği bitirip dağılmışlar. Etrafta görünmüyorlar. İstikamet Mecidiyeköy. Mecidiyeköy’e 1 saat erken geliyorum. Aklımdan malzeme kontrolü yapıyorum…

– Düdük? Aldım.
– Tozluk? Aldım.
– Eldiven? Aldım.
– Buff? Aldım.
– Güneş gözlüğü? Aldım.
– Kafa feneri? Hay… Bunu unuttum.

Küçük bir şey ama önemli. Bundan sonra bir kontrol listesi yapacağım. Bir kağıda malzemelerin hepsini yazıp yola çıkmadan önce tek tek üzerinden geçerek kontrol etmeliyim. Başka türlü olmayacak. Malzemeler evde farklı farklı çekmece ve dolaplarda duruyor. Ne kadar dikkat etmeye çalışsam da hep bir şey unutuyorum. Evet en iyisi bir liste hazırlamak. İşin yoksa atla taksiye dön geri. Taksiyle eve dönüp kafa fenerini alıp tekrar Mecidiyeköy’e geliyorum. Neyse ki otobüs biraz geç geliyor da yetişme problemi yaşamıyorum. Yolculuk uzun.

Bir arkadaşımın hediye ettiği seyahat yastığını şişirip boynuma geçiriyorum. Keşke daha önce haberim olsaymış bu yastıklardan. Kullanışlı, basit, ucuz bir ürün. Deliksiz uyku çekmeyi sağlamıyor ama uyuklarken kafanın boşluğa veya yanındaki yolcunun omzuna düşmesini engelleyerek boyun ağrısı oluşmasını önleyebiliyor. İhtiyaç bitince havasını söndür; cebe sığacak kadar katlanabiliyor. Uzun gece yolculukları yapanların mutlaka bir tane edinmesi gerekir bence.

Sabah erken saatte Afyonkarahisar’a ulaşıyoruz. Çay ilçesi meydanında bir bakkala uğrayıp su ve diğer ihtiyaçları tedarik ediyoruz. Çantamda 4 litre su var. 5 litrelik daha şişe su alıyorum. Kamp yerinde su kaynağı var ama damla damla akan bir kaynakmış. Bakkal amca, sabahın köründe bir otobüs dolusu insanı alış veriş için dükkanında görünce keyfi yerine geliyor. Ne alsam diye düşünceli etrafa bakınca bana Afyon’un meşhur kaymağını tavsiye ediyor. Ara gazı müthiş:

– “Bakın bu camız kaymağı direkt üreticiden geliyor.”
– “Dışarıda, tesislerde falan 10 liradan aşağı bulamazsınız ben de 7.5 lira”
– “En havalı kahvaltı sofrası seninki olur al bunu.”

“Manda sütü pahalı, 7.5 liraya manda kaymağı mı olur?” diyemedim ya…peki alayım dedim. Krema da olsa yerim ben bu gazdan sonra.

Kaymak – 7.5 tl
Bal – 2 tl
5 litre su – 2.75 tl
veriyorum.

Saat:10:00 gibi otobüsümüz Yakasinek beldesine varıyor. Adres ve yol sormak için duruyoruz. Şansımıza muhtar çıkıyor. Otobüsün kamp alanına gitmek için uygun olmadığını öğreniyoruz. Bunun üzerine traktör ayarlaması için bize yardımcı olmasını istiyoruz. Belediye başkanının bize yardımcı olabileceğini ama kendisinin şu an şehir dışında olduğunu söylüyor. Otobüsten inip meydandaki kahvehanenin olduğu yere geliyoruz. Burada yaşayan insanlar güneşten faydalanmak için sandalyeleri yolun karşısındaki duvara dizmişler, oturuyorlar. Sönmez hocanın gayretleri sonucu traktör ayarlanıyor.
Traktör kasası, bizim kamp malzemeleri ile dolduğu için traktör kamp malzemeleri ile önden giderken, çoğunluk yürüyerek kamp alanına ulaşacak. Sönmez hoca, yürüyüş yapacaklara bilgi veriyor. Traktör üstünde konuşması, seçim vaadi veren politikacılar gibi alkışlanarak sona eriyor. Aman hocam verdiğin sözlere dikkat et 🙂 Burayla ilgili şöyle bir hikaye duydum…
Afyonkarahisar’a bağlı Yakasinek ile Deresinek arasında, 100 yıla yakındır süren bir husumet varmış. Husumetin ne olduğunu onlar da unutmuş. 2002’de Afyon depremi sırasında Cumhurbaşkanı Sezer, ziyaretini tamamlayıp Ankara’ya dönerken, Deresinekliler ellerinde Türk bayrakları ile yolu kesmişler. Cumhurbaşkanı, hemşehrilerini kırmayarak Deresinek köyüne kısa bir süre uğramış. Bu ziyaretten haberi olan Yakasinekliler, belediye başkanlarının üzerine saldırıp “Sen Cumhurbaşkanını niye bizim beldeye getiremedin” diye biraz hırpalamışlar. Olay basına yansıyınca Yakasinek belediye başkanı popüler olmuş. Valinin misafiri olmuş, Ankara’dan çağırıp gönlünü almışlar.

Saat 11:00 gibi başladığımız yürüyüş 2.5 saat sonunda tamamlanıyor. Kamp alanına varıyoruz. Traktörle önden gidenler çadırlarını kurmuşlar bile.
Kamp alanına ulaştığımda ben de çadırımı kurmaya başlıyorum. Husky Felen çadırımın kurulumu kolay. Tek defada kurulabilen bir model. Yani yağmur veya kar yağışı sırasında çadırın içi ıslanmadan kurulum yapılabiliyor. İki kurulumlu olanlarda önce iç tente kuruluyor sonra dış tenteyi üzerine geçiriyorsunuz. Bagaj hacmi geniş. Avantajları bunlar. Çadırın altına, her nalburdan bulunabilecek bir naylon seriyorum. Çamurdan koruması için. Bu naylon çantamda epey yer kaplıyor. Bu yüzden katlandığında daha küçük hacim kaplayan ve ucuz başka bir malzeme bakacağım.
Gelelim beğenmediğim özelliklerine. Birinci sırada ağır olması geliyor. 3-4 kişilik bu çadırın toplam ağırlığı 5.6 kg. Tek kişi için pek taşınabilir bir aralıkta değil. Poller ve çadır kazıkları yaklaşık 2 kg. tutuyor. Bunları çadır arkadaşımla paylaşıp ancak makul bir ağırlık aralığına getiriyorum. Kar eteği yok. Üretici herhalde ağırlığı daha da abartmayalım diye koymamış olabilir.
Sönmez hoca, eğitim amaçlı herkes için çorba hazırlıyor. Hepimiz etrafına toplanıp yemek programı seyreder gibi izliyoruz. Çantasından onlarca küçük kutu çıkarıyor. Hepsinde çeşit çeşit baharatlar bulunuyor. Simyacı gibi hepsinden bir tutam alıp tencerede pişen çorbaya serpiyor. Güzel şeffaf plastik bir kutuda zeytinyağı getirmiş onu da ekliyor. Ben de böyle bir kutu araştırıyordum bir süredir ama bulamamıştım. Altı üstü bir kutu diyeceksiniz ama doğada kullanım için bazı özelliklerinin olmasını istiyorum. Mesela, hacmi küçük olmalı. Kolay kırılmayacak bir malzemeden olmalı. Plastik olabilir ama içinde yiyecek saklanabilecek kalitede bir plastik türünden olmalı. Soğukta zeytinyağını dondurmasın vb…

Yemek sonrası, Sönmez hoca isteyenlerle birlikte bir keşif gezisine çıkıyor. Ben 2.5 saatlik yürüyüş sonunda yorgun düştüğüm için geziye katılmıyorum. Kampta kimse kalmıyor. Çadırıma çekilip dinleniyorum. Dinlenirken çekirdek çitliyorum. İçim nedensiz bir hüzün ile doluveriyor. Telefonumda müzik listesini bulup açıyorum. İlk sırada Zeki Müren’den “Kahır Mektubu” çalıyor. Kısa da değil off ki ne off 30 dakikalık bir dertli yolculuğa çıkarıyor beni. Fırtınada savrulan gemi gibi yapıyor beni rahmetli. Daha da dertleniyorum. Dağda morali yüksek tutmak lazım. Bu yüzden bir sonraki şarkıya bakmadan telefonu kapatıyorum. İnsanı darmadağın eden şarkılara denk gelmemek için…

Keşif gezisine katılanlar hava kararırken kampa dönüyorlar. Akşam yemeği hazırlıklarına başlıyoruz. Sönmez hoca yemeği pişirirken bir ara üşür gibi oluyor. Çadırına gidip kaz tüyü yeleğini giyip geliyor. Soğuktan korunmak için kaz tüyü ürünlerden iyisi yok. Kaz tüyü daha çok Macaristan ve Polonya’da yetiştirilen kazlardan elde ediliyor. Ülkemizde de Kars ilimizde kaz yetiştiriliyor. Orada güzel bir potansiyel var ama yerli firmalar neden değerlendiremiyorlar bilmiyorum. Know-how’ı getirmek ve bu ürünleri burada üretmek herhalde henüz yapılabilir değil.

Kaz ciğeri, yemek olarak ekonomik bir değer. Hayvanın ciğerini büyütmek için hortumla sürekli yemek yedirdikleri görmüştüm. İnşallah daha kötüsünü hayvan canlıyken tüylerini alarak yapmıyorlardır. Tüy alımı nasıl oluyor çok bilgim yok. Hakan’la daha önce bu konuda tartışmıştık. Ben bu tür hayvanları yetiştirip etinden ve tüyünden (insani bir şekilde!) faydalanma taraftarıyım. Sonuçta süs için öldürmüyoruz bu hayvanları. Hakan da sentetik alternatifler varken hayvanların tercih edilmemesi görüşünde. Bana şunu soruyor: “Evrim sırasında bizden ileri giden bir tür olsaydı ve gelip ‘Vücudundaki tüm kılları yolacağız çünkü ihtiyacımız var’ deseler ne yapardın?” diyor. Bayıltıp yapabilirler diyorum. Varsayımına başka mantıklı bir cevap veremiyorum. Kaz tüyü montu dağda bir bebek kundağı konforu sağladığı için vazgeçmek çok zor benim için.

Yemek sonrası ateşin başında sosyalleşiyoruz. Sohbet güzel, epey oturuyoruz, hiç üşümüyorum. Grubumuzdaki Tayvanlı arkadaşımızın çektiği güzel bir kamp fotoğrafımız. Tayvanlı arkadaşımızın soyadı Wang. Tanışırken ismi yerine daha akılda kalıcı olan soyadını söyledi. Koç Üniversitesi’nde bir dönem öğrenim görmeye gelmiş. Aynı zamanda Türkiye’yi gezip dolaşıyor. Kısa bir süre sohbet ettik.
Tabii hemen klasik sorularımızdan bir demet sundum kendisine. Orada elektronik fiyatları beklediğimin aksine ucuz değilmiş. Hatta ikimiz de Canon marka fotoğraf makinesi kullanıyoruz. Bana söylediği fiyat Türkiye’dekinden 100 lira daha fazlaydı. Belki fabrikadan sıcak çıktıysa pahalıdan vermiş olabilirler arkadaşa bilemiyorum 🙂 Ha bir de merak ettiğim bir soru vardı: “Görünüşünden Tayvanlı, Koreli ve Çinli nasıl ayırt edebiliriz” diye sordum. Bana “Dışarıdan anlaman çok zor; belki gözlerin çekikliğinden çıkarabilirsin ama kesin olarak konuşmasından, aksanından nereli olduğunu anlayabilirsin.” dedi. Ee hacı ben dillerini de bilmiyorum ki diyemedim tabii. Verdiği bilgiler için kendisine teşekkür ettim.
Saat 04:00 gibi kalkıyorum. Soğuktan nefesim buhar üfleyen makineler gibi etrafa buhar saçıyor. Kahvaltı yapıyorum. Saat 05:00 gibi hareket edeceğiz. Kamptaki diğer arkadaşlarla birlikte faaliyet için hazırlıklara başlıyoruz. Toparlanma uzun sürüyor.
05:30 gibi yola çıkabiliyoruz. Sönmez hoca, belki bu nedenle grubun genel malzeme kontrolünü detaylı yapamıyor. Yolda ilerlerken, su ve yiyeceğini ortaklaşa taşıyıp ağırlık olmasın diye yanına çanta almayan bir kişiyi fark edip uyarıyor: “Boş da olsa ne olursa olsun herkesin çanta taşıması gerekir. Çünkü arkadaşınızla bir sebeple ayrı düşerseniz yaşamsal ihtiyaçlarınızı karşılayamaz duruma gelebilirsiniz. Veya düştüğünüzde sırtınızı koruyacak olan malzeme çantanızdır.” Bu söylediklerini ilerleyen saatlerde canlı bir şekilde tecrübe ediyoruz.
Sönmez hoca, yolda ilerlerken dönüşümlü olarak herkesin lider olmasını istiyor. En önde giden kişi bir süre liderlik yapıp yorulduğunda grubun en arkasına geçiyor. Yolda ilerlerken kaptırıp giden, grubunu kollamayan lideri uyarıyor. Ben de lider olduğumda gruptan geride kalan bir kişiyi fark etmediğim için uyarılardan nasibimi alıyorum.
Klasik rotadan ilerliyoruz. En zorlayıcı kısım bu baca. Yağmur gibi taş yağıyor. Herhangi bir taşa dokunduğunuz anda taş aşağıya son sürat yuvarlanıyor. Böyle bir durumla karşılaşıldığında ilgili kişi “Taaaaşşşş” diye bağırıyor. O sırada aşağıda kalanlar kasklarını öne eğerek ve siper alarak taştan kendini koruyor. Ne kadar dikkat edilirse edilsin ayağı yerden kaldırırken bile taşlar aşağıya yuvarlanmak için fırsat kolluyor sanki. En arkadan gelen Sönmez hoca, bastığımız yere dikkat etmemiz için defalarca kez uyarıyor. Neyse ki önemli bir kaza atlatmadan bacayı geçiyoruz.
Zaman ilerledikçe hava güzelleşiyor. Öğlen gibi zirveye ulaşıyoruz. Tayvanlı arkadaş zirve defterine ismini yazıyor.
Yaklaşık 30 dakikalık dinlenme ve fotoğraf arasından sonra inişe geçiyoruz. Zaman kaybetmemek için geldiğimiz bacadan değil çevresinden dolaşıyoruz. Ancak burası bacadan çok daha zorlu bir yer çıkıyor.
Baca başlangıcına ulaşabilmek için indiğimiz yerden biraz yükselip vadiyi yanlamasına geçmemiz gerekiyor. Dan Osman gibi ipsiz tırmanış yapıyoruz buraları. Dan Osman anmışken kendisi inanılmaz yetenekli bir tırmanışçı. 120 metrelik dik kayalığı 4.5 dakikada herhangi bir emniyet almadan koşar adım çıkan birisi. Ayrıca uçurum, viyadük gibi yerlerden iple serbest atlayış yapıyor. İsmi içimizden birisini çağrıştırıyor ama kendisi Japon kökenli Amerikalı. 98 yılında Yosemite vadisindeki 330 metreden atlayışında maalesef ipin kopması nedeniyle hayatını kaybetmiş. Bu efsane adamın kısa bir tırmanış filmini buradan izleyebilirsiniz.
Grubumuzdaki arkadaşlardan bazıları kayalıklara yakın değil açıktan tırmanıyor. İçlerinden bir kişi tutunacak yer olmayan bir yerde durmak zorunda kalınca bulunduğu yerde kilitlenip kalıyor. Ben hemen 2-3 metre uzağında bulunuyorum ama yardıma gidemiyorum çünkü tutunup destek verebilecek bir konumda değilim. Sönmez hoca, Şükrü arkadaşımıza yardıma gitmesi için sesleniyor. Şükrü, faaliyet boyunca herkesin yardımına koşuyor. Kendi aramızda “Şükrü koş Şükrü” diye takılıyoruz. Şaka bir yana öyle zor bir durumda yardıma gitmesi büyük bir cesaret örneği idi.
Tek sıra halinde kayalıkların dibinde bekliyoruz. En yukarıda Sönmez hoca, yan geçiş için ayakkabısının ucuyla yere vurarak kayalıkta basılacak yer açmaya çalışıyor. Yukarıdan sürekli taş düşüyor. Düşen taşları kollayıp hareketsiz beklemek sıkıntı veriyor. Önümdeki arkadaşın ayağına kramp giriyor. Yaklaşık yarım saat çıktığımız yerden vadiyi yan geçmek için uygun bir yer bulamayıp pes ediyoruz. Aşağıya inip yan geçiş aramamız gerekiyor. Çünkü ilerlersek daha zorlu bir yer bizi bekliyor.
Aşağı inerken bazı arkadaşlar çömelerek çarşak üzerinde kayıyorlar. Uzaktan gölde kano ile yolculuk yapar gibi görünüyorlar. Yukarıdan yuvarlanarak inen taşlar yine tehlike yaratıyor. Bu taşlardan iki tanesi çömelerek giden arkadaşlarımızın sırtına hızla çarparak duruyor. Sırt çantaları olmasa bu taşlar yaralanmalarına sebep olabilirdi.
Vadiyi geçerken çok yorulduğumuz bir sırada dinlenme molası veriyoruz. Yan geçiş yaptığımız bir yer burası. Bastığımız yere çok dikkat etmemiz gerekiyor çünkü tek ayakla basılacak kadar dar bir patikadan ilerliyoruz. Fatih arkadaşım bu sırada çantasından çıkarttığı kuru yemişini paylaşıyor. Böyle güzel insanlarla birlikte ilerlemek tüm zorlukları unutturuyor.
Vadiden inip tekrar yukarı çıkmak hem zaman alıyor hem de bizi epey yoruyor.
Yukarıda açık güneşli bir hava var. Ama aşağıda sis çökmüş durumda. Rahatsızlanan 2 arkadaş kamp alanında kalmışlardı. İyi ki kamptan uzaklaşmamışlar. Çünkü siste kaybolma ihtimali yüksek. O yorgunlukla arama çalışmasına başlamak kötü olurdu. Saat 18:00 gibi kampa dönüyoruz.
Hızlıca eşyalarımızı toplayıp traktörün kasasına yerleştiriyoruz. Biz de traktörün arkasından yürüyüşe başlıyoruz. 2-3 saatlik yolumuz var. Zirve dönüşü epey yorulduğumuz için köye dönüş yürüyüşümüz zorlu oluyor. Yolda haberi alan yetkililer belediyenin 4×4 arazi aracı ile gelip bizi yoldan alıyorlar ve başladığımız meydandaki kahvehaneye kadar getiriyorlar. Bu yorgunluğun üstüne ilaç gibi geliyor bu iyilikleri. Allah razı olsun.

Hepimiz kahvehaneye doluşup dinleniyoruz. Bize çay ısmarlıyorlar. Sohbet doğal olarak dağ ile ilgili. Gördüklerimizi, yaşadıklarımızı anlatıyoruz. Onlar da bize Sultan dağı ve Gelincikana isminin nereden geldiğiyle ilgili bir rivayet anlatıyorlar. Sultan isminde bir kız, sevdalısı varken babası onu tanıdığı zengin bir dostunun oğluyla evlendirmek ister. Düğün dernek kurulduğu gün Sultan, üzerinde gelinliğiyle kaçar. Arama için ekipler oluşturulur her yerde Sultan’ı ararlar. Bir süre sonra Sultan’ı dağın tepesinde gelinliği ile ölmüş olarak bulurlar. İşte o günden beri bu dağa Sultan dağı, en yüksek tepesine de Gelincikana ismi verilir.
Bize anlattıkları hikaye bu. Sohbet sırasında neşeli bir abi, define bulup bulmadığımızı sordu. Yüzü Kaya Çilingiroğlu’nu andıran orta yaşlı abi yerinde duramıyor, tüm merakıyla bizim oraya asıl olarak define bulmak amacıyla gidip gitmediğimizi anlamak için sorular soruyordu. Sanırım orada böyle bir söylenti var. Neyse, abinin hayallerini yıkmadan amacımızın define araştırma olmadığını anlattık. İzinlerini isteyerek oradan ayrılıyoruz. Dönüş yoluna geçmek için otobüsümüze biniyoruz. Günün sonunda elimizde kalan değerli bir taş yoktu ama bizi daha da zenginleştiren dostluk ve paylaşım vardı…

Bir Yorum Yazın