Uzun süredir ekstrem sporlarla uğraşan insanların motivasyonlarını anlamaya çalışıyorum. Sahra Çölü, Gobi Çölü gibi 250 kilometrelik maraton parkurunu koşanlar, kutbu yürüyerek geçmeye çalışanlar, dev dalgalarda sörf yapanlar, paraşütle uçaklardan serbestçe atlayanlar, helikopter ile dağın tepesine bırakılıp çığ tehlikesi altında kayak sporu (Heliski) yapanlar, ‘Örümcek adam’ lakabıyla tanınan Fransız gibi dünyanın çeşitli yerlerindeki yüksek yapılara tırmanan insanlar, sadece adrenalin bağımlılığı ile yaptıklarını anlamlandırabilir miyiz? Aldıkları risk, yaptıklarına gerçekten değer mi? Ünlü olmak için mi akıl karı olmayan işler yapıyorlar? Bence hayır. Aldıkları risklerin farkındalar ve bu sporları şöhret veya servet için yapmıyorlar.
Peki nedir bu amaç? Herkesin kendine özel bir amacı var. Bunu başka bir açıdan açıklamaya çalışayım. Etrafımdaki insanlardan gözlemlediğim bir örnek vereyim. Güvenlikli sitede yaşayanlar kendileri ve çocukları için her manada güvenli bir yaşam alanı (buna fanus da diyebiliriz) kurduklarında sıfır riskli bir yaşam tarzını benimseyeceklerdir. Bu yaşam tarzında yabancıların FOMO (Fear of Missing Out) dedikleri, olan biteni kaçırma korkusu içinde olduklarını görüyorum.

Bir karşılaştırma yaparsak, ekstrem spor ile ilgilenen insanların dolu dolu bir hayat sürdüğünü söyleyebilirim. “Hızlı yaşa genç öl” mesajı vermek istemem bu anlattıklarımdan! Bu tür sporları yapan yakınlarınız, tanıdıklarınız varsa “ne gereği var, deli misin!” gözüyle değil daha açık fikirli olarak bakmanızı isterim. Ekstrem sporlar risk içerdiği için güvenliğe daha fazla önem verilir. Ancak burada gösterilen dikkat ve güvenlik önlemleri genellikle kaldırımlarında dahi trafiğin aktığı İstanbul sokaklarında gösterilmez. Dolayısıyla bence İstanbul trafiğine dahil olup binlerce dikkatsiz sürücünün içinde trafik kazası geçirmek daha büyük bir risk almak demektir. İstanbul trafiğinde kontrol edemediğim daha fazla risk var. Bu riskler fazla diye araba sürmeyi bırakmıyoruz. Onun yerine riski azaltıcı önlemler alıyorum. Mesela kaldırımda yürürken bile sağa sola döneceğim sırada mutlaka arkamı kollarım. Kaldırımda bir scooter, motorsikletletin gelmesi veya yolda ters yönden bir araç gelmesi gibi durumlar artık olağan hale gelmiştir. Hatta kaldırımda motosikletli emekçi bir kardeşimle veya elektrikli scooter süren bir gençle kucaklaşma ihtimalim ekstrem spor yaparken karşılaşacağım kaza riskinden daha yüksektir.

Bunu biraz da uçak yolculuğu ile diğer ulaşım yolları karşılaştırmasına benzetebiliriz. Uçak yolculuğu korkutucu olsa da istatistik olarak kara yolculuğuna göre daha güvenlidir. Peki okuması zahmetli bütün bu uzun cümleleri niye kuruyorum? Şu nedenle: Her ne kadar yaptığım şeyler bana göre ekstrem sayılmasa da yakınlarımdan bu yönde tepkiler alıyorum. Dağa gitmenin, zorlu koşullara gönüllü katlanmanın mantıklı  nedenlerini anlatmakta zorluk yaşıyorum.

İnsanın kendine en yakın olduğu ve kendini özgür hissettiği yeri yaşamadan anlamak zordur. Ben de artık işi dalgaya vurup kendisine yat alınan küçük çocuğun dediği gibi “Anlayamazsınız!” deyip geçiyorum 🙂
Sönmez Erkaya’nın Ağrı Dağı kuzey rotasından kışın çıkış niyetini öğrendiğimde tereddüt etmeden gelirim dedim. Kuzey rotası tehlikeli buz çatlaklarının olduğu zorlu bir rotadır. Yazın geldiğimde klasik rotadan tırmanmıştım. Üstelik sırt çantalarımızı atlar çıkarmıştı. Nuh Ararat‘ın  kurmuş olduğu mutfağı, aşçısı olan kampta kalmıştık. O faaliyetle bunu karşılaştırdığımda Nuh Ararat’ın sahibi Mehmet Çeven bey sağolsun bize Ağrı Dağında 5 yıldızlı otel konforu yaşatmış! Şimdi daha iyi anlıyorum. Bu sefer lojistik destek almadan tırmanış yapacağız. Yani ortalama 20-25 kg sırt çantalarımızı Ağrı eteğinden başlayarak yukarıya kendimiz çıkartacağız; çadırlarımızı kurup yemekleri kendimiz hazırlayacağız. Literatürde 21 Aralık – 21 Mart arası “Kış Tırmanışı” olarak adlandırılır. Dağcılar için önemli olan bu tarih aralıkları, kısa günler ve hava koşulları nedeniyle yaza göre daha zor olduğu için ayrı bir prestije sahiptir.

Dağa gitmeden önce kondisyon ve dayanıklılık antrenmanı yapmak önemlidir. Ofis hayatı yaşarken ve çalışırken kalkıp hadi ben dağa gidiyorum demek zor. Biraz kondisyonlu olmak gerekiyor. Ben de hazırlıklara iki ay önce başladım. Bu dönemde Uludağ ve Aladağlar olmak üzere iki dağ zirvesine tırmandım. Ballıkayalar’da kaya tırmanış ile tırmanış salonlarında sport tırmanış çalışmaları yaptım. Etkinliğe sayılı günler kaldığında spor yapmayı bıraktım. Çünkü en ufak bir burkulma veya sakatlık sorunu yaşarsam bunun beni dağda zorlayacağını biliyordum. Şehirde yaşadığınız ufak bir ağrıyı dağa getirdiğinizde etkisini onla çarpmak gerekiyor. Hele sızlayan bir diş ağrısı aman ha sakın diş ağrısı varken dağa gitmeyin!

Ayrıca iniş sırasında diz kapağım ağrıyordu. Bu konuda biraz araştırma yaptım ve dizlik kullanmaya karar verdim. Dizlik, diz çevresindeki bağları destekleyip ağrıyı önlemede etkili oluyor. Her türden spor malzemesi satan oldukça büyük bir mağazada dizlik buldum kendime. Yeri gelmişken meslektaşım Hakan ile bu devasa spor mağazasındaki ilginç buluşma hikayemizi okumak isterseniz tıklayın

Faaliyet öncesi plan yapmak ve ihtiyaç listesini yazmak önemlidir. Ben de öncelikle götüreceğim bütün eşyaları evde salona yayıyorum ve gözden geçiriyorum. Bunun için bir KontrolListesi yaptım. Yolculuk öncesi tüm malzemeleri bir araya toplayıp listede işaret koyuyorum. Böylece daha önceki yazımda da bahsettiğim malzeme unutma problemini yaşamıyorum. Bu kontrol listesinin içeriğini kendi ihtiyacınıza göre değiştirip siz de kullanabilirsiniz. Ayrıca kendim için bir envanter listesi hazırladım. Bununla da görsel kontrol yapıyorum.

Ağrı yolculuğuna bir gün var. Faaliyet öncesi ve sonrası ziyafet çekme adetim olduğundan güzel bir restoranda “damak çatlatan” lezzetlerle buluşuyorum. Büyük gün geliyor. Uçak fiyatları daha uygun olduğu için uçakla Kars’a gidip oradan kara yolculuğu yapmayı planlıyoruz. Kars’a vardığımızda bizi Ağrı’ya götürecek taksi şöförü Latif abiyle havalimanında buluşuyoruz. Çantaları bagaja koymak için taksinin arka tarafına gittiğimizde bagaj kapısında Latif abinin fotoğrafını görüyoruz.
“- Hayırdır abi bu foto ne için?”
diye soruyoruz. Mart ayı sonunda yapılacak yerel seçimlerde muhtar adayı olmuş. Latif abi Sarıkamış’ta yaşıyor. Çocuklarının eğitimi için çabaladığını anlatıyor. Yol boyunca bölge ve gündem ile ilgili hararetli sohbetler yapıyoruz. Üç saatlik yolculuk göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor.

DoğuBayazıt’a vardığımızda hava kararıyor. Geceyi burada dağcıların uğrak yeri olan İsfahan otelde geçireceğiz. Otele vardığımızda bizi lobide ekibimizden Kürşat Öztürk ve Ferhat Ulu karşılıyor. Küçük Ağrı dağı kış tırmanışı yapmak için bizden iki gün önce gelmişler. Uzun yıllardır güvenlik nedeniyle çıkışına izin verilmeyen Küçük Ağrı dağı da artık tırmanışa açılmıştı. Bu faaliyeti başarıyla tamamladılar. Küçük Ağrı dağı, Büyük Ağrı Dağı’nın hemen yanı başında yükselen bir dağ. Büyük Ağrı Dağı’na saygı gösterilerek adlandırılmış olmalı. Çünkü 3896 metre yüksekliğinde olan bu dağ aslında hiç de küçük sayılmaz.

Onlarla merhabalaşıp kendilerini tebrik ediyoruz. Eşyalarımızı odalara yerleştirdikten sonra lobiye inip çıkış ayrıntılarını konuşmak için ekip üyeleri arasında yapılan teknik toplantıya katılıyorum. Mini toplantıda çadır ve ekipman paylaşımları yapılıyor. Herkes ne olur ne olmaz diye kendine ait çadırını getirmiş. Ağırlık azaltmak için yanımıza az sayıda çadır alıp ortaklaşa kalmayı planlıyoruz. Benim çadır büyük olduğu için üç kişi kalacağız. Ben, Hakan ve Halit. Yemek işlerini birlikte yapacağımız için market alışverişine birlikte gidiyoruz. Amacımız iştah açıcı yiyecekler satın almak. Dağda temiz su bulmak zor olduğu için Hakan ve Halit’e küçük şişelerde pet şişe su almalarını tavsiye ediyorum. Çoğunlukla abur cubur ve diğer katı yiyeceklere ağırlık veriyorlar. Market alışverişini bitirip otele dönüyoruz. Lobide oturuyoruz ve Sönmez’in faaliyet planını dinliyoruz. Jandarma Karakolu ile yazışmalar ve görüşmelerden sonra dağın kuzey rotasından tırmanmaya “Güvenlik” nedeniyle izin verilmediğini ve klasik rotayı tırmanacağımızı anlatıyor. Jandarmaya haber vermeden gidilemez mi diye bir düşünce akla geliyor. Ancak böyle bir denemeye kalkışmak akıllıca bir hareket olmayacaktır. Çünkü şöyle bir haber var: Cilo dağına izinsiz tırmandığı sonradan tespit edilen dağcılara ceza verildi. Risk almaya gerek yok, sorumlu davranmak iyi olur.

Hava durumunu kontrol ediyoruz. Görünüşe göre hava sıcaklığı ilk günden sonra artacak. Ama bizim için önemli olan rüzgar durumu. 25 Km/saatin üzerindeki rüzgar hızı sıkıntı yaratmaya aday. Bu kış dönemi zirveyi görebilen sadece bir ekip vardı. Diğer bütün ekipler geri dönmek zorunda kalmışlardı. Sohbet biterken Kürşat aspirin alıp almadığımızı sordu. Yanımızda olmadığını söyledik. Yüksek irtifada kan pıhtılaşma eğiliminde olduğundan akışkanlığını arttırmak için aspirinin faydalı olacağını söylüyor. Hakan ile Doğubeyazıt sokaklarında dolaşmaya çıkıyoruz. Biraz dolaştıktan sonra nöbetçi bir eczane bulup aspirin alıyoruz.

1. Gün:

Ertesi sabah erken kalkıp güzel bir kahvaltı yapıyoruz. İlk kez İran peyniri yiyorum. Krema gibi yumuşacık bir peynir, hoşuma gitti. Kahvaltının ardından bizi Eli köyüne götürecek minibüse çantalarımızı yüklüyoruz. Minibüse binip yola koyulacağımız vakit Tarık abinin gelmediğini fark ediyoruz. Hemen kontrol için odasına çıkıyoruz. Tarık abi odasında dinleniyormuş. Hareket saatinin 1 saat daha geç olduğunu sanıyormuş. Kısa bir bekleme molasının ardından o da aramıza katılıyor ve yolculuğa başlıyoruz. Eli köyüne vardıktan sonra minibüsten inip çantalarımızı sırtımıza yükleniyoruz.

Saat 10:00

Yürüyüşe başlıyoruz. İlk dakikalar kolay geçiyor. Hepimiz güzel uyuduk. Güzel bir kahvaltı yaptık. Ağrı Dağı eteğinde uçan güvercin gibiyiz. Herkesin neşesi yerinde. Bununla birlikte, bir iki saat içinde eğim dikleşmeye başladığında sırt çantası “anneanne evindeki 30 kiloluk beton yorgan” gibi ağırlaşmaya başlıyor. Üzerime yaptığı baskı ile ne elimi ne de başımı hareket ettiremiyorum. Azcık üzerimden kaldırayım istiyorum ama ne mümkün. Çöküyor üstüme. Geride kalıyorum. Tarık abi de dizinin ağrımaya başlamasıyla geride kalıyor. Hava sisli, inceden kar yağıyor. Neden bilmem dilimde “Bir kar yağar ince ince…” türküsü tutturuyorum. Sanırım morale ihtiyacım var.

Saat 16:00

3200 metrede kuracağımız ana kampa, çadır arkadaşlarım Halit ve Hakan ile beraber ulaşıyoruz. Hepimiz çok yorgunuz. Önce çadırı kurmalıyız. Çadırı sabitlemek için etraftan taş bulup getirmeliyiz. Ancak o kadar yorgunuz ki, taş taşımak inanılmaz derecede zor geliyor. Etraftaki taşların çoğu kar altında ya da buza saplanmış durumda. Bir tanesini yerinden çıkarmak için etrafını kazma ile kazmak ve yoğun emek vermek gerekiyor. Kuvvetli bir rüzgar var. Çadırımın yüksekliği 1.35 metre. Normal şartlar altında bu yükseklik güzel bir konfor sağlıyor. Ancak rüzgar yönünden çadırın da etkilenmesine neden oluyor. Yüksek irtifada alçak çadırın kuvvetli rüzgara karşı avantajı var. Ben, Halit ve Hakan, üçümüz de çadırı kurup sabitlemek için müthiş mücadele ediyoruz. Rüzgar nedeniyle çabalarımızın yeterli olmadığını görünce yanımızdaki çadırda kalan Ferhat’tan yardım istiyorum. Sağolsun yardıma geliyor. Yorgunluğun vermiş olduğu yoğun duygu durumu Hakan’ı epey etkilemiş olacak ki çadır kurulumu sırasında yoktan yere Ferhat’la kısa süreli bir polemik yaşıyorlar. Çadır kurulduğunda herkes çadırına çekiliyor ve ortam sakinleşiyor.

Hava oldukça soğuk. Sıcak bir şeyler içmek istiyoruz. Çadırın hemen kapı önünden başlayan 1 metre karelik bagaj olarak adlandırılan kapalı boş bir alanı var. Burada ocağı kurup çevreden topladığımız karı tencereye doldurup ısıtmaya başlıyoruz. Bir süre sonra Tarık abi de kamp alanına ulaşıyor. Sönmez hoca Tarık abinin çok yorgun olmasından dolayı yeni çadır kurmamasını ve geniş olan bizim çadırımızda kalmasını istiyor. Tarık abi çadırımıza geldiğinde içeride 4 kişi oluyoruz. Su ısınıyor. Hepimiz sallama çay içiyoruz. Biraz kendimize geliyoruz. Çorba hazırlamak için büyük tencereyi çantamdan çıkartıyorum. İçine kar doldurup ocağın üstüne bırakıyorum. Zaman zaman suyun kaynayıp kaynamadığını kontrol etmek için ocak başına dönüşümlü geliyoruz. Halit suyu kontrol ederken ocak tüpü baş kısmından alev alıyor. Alevler neredeyse 1 metre yüksekliğe ulaşıyor. Heyecan yaşıyoruz. Allah’tan panik yapmayıp Halit ve ben hemen doğru hareketi yapıp ocağın üstüne doğru elimizle kar atıyoruz. Tüpün üzerindeki alevler sönüyor. Ancak ocak halen yandığı için tüp tekrar alev alıyor. Yine elimizle tüp ve ocak üstüne kar atıyoruz. Neyse ki bu sefer tamamen sönüyor. Gaz vanasını kapatıyorum. Bu durumla ilk kez karşılaşıyorum. Sanırım suyun kaynayıp kaynamadığını kontrol ettiğimiz sırada tüpü kontrolsüz bir şekilde hareket ettirdiğimiz için tüp başlığı gevşedi ve gaz kaçırır hale geldi. Yaşadığımız heyecan o kadar gerçek ve güçlü ki bir daha o ocağı açmaya cesaret edemiyoruz. Bu korku tanıdık bir şey, uzmanlar yusuf yusuf olarak adlandırıyor 🙂 Yanımızda getirdiğimiz kuru yiyeceklerle akşam yemeği yedikten sonra erken yatıyoruz.

2. Gün:

Sabah 08:00

Kalkıyoruz. Çadırlardan birinin içinden güzel bir müzik geliyor. Herkes kahvaltısını çadırında yapıyor ve yavaş yavaş toplanıyor. Bize heyecan yaşatan ocağımı, tüpümü ve birkaç kirli kıyafetimi ağırlık yapmaması için bu kampta bırakıyorum. Dönüşte alacağım. Halit’in de ocağı var, onu kullanacağız. Hedef 4200 metre. Zirveden önce orada son kampı kuracağız. Yola çıkmadan önce aspirin yutuyorum. Hakan da ağzına bir aspirin atıp benden su istiyor. Aspirini susuz yuttuğum için Hakan’a da yut gitsin diyorum. Hakan, bir bardak su esirgediğimi düşünüp bozuluyor. Suyum çanta içinde ve kolay ulaşılabilir bir yerde değil. Ayrıca alışveriş sırasında su alın tavsiyemi dinlemedikleri aklıma geliyor. Ağustos böceği ile Karınca hikayesi geliyor aklıma ne yapayım.

Sırt çantam hafifleyeceğine daha da ağırlaşmış. Sanırım yükseklik yüzünden… Küçük bir adım atsam bile nefes nefese kalıyorum. Oksijen azlığı ile ilgili bir durum bu. Bilinenin aksine yüksek irtifada oksijen oranı az değil. Her yerde olduğu gibi yaklaşık olarak havanın beşte biri oksijendir. Yalnız atmosfer basıncı az olduğu için oksijen seyrek. Dolayısıyla deniz seviyesinde aynı miktarda oksijeni alabilmek için yüksek irtifalarda daha fazla nefes alıp vermek gerekiyor. Sonuç olarak, yüksek irtifada akciğer ve kalp daha çok çalışıyor. Yine saat 16:00 gibi 4200 metreye ulaşıyoruz. Hava dünden daha güzel. Çadırımızı kurduktan sonra hemen içine giriyoruz. Bir şeyler atıştırıp erken kalkacağımız için hemen uykuya dalıyoruz.

3. Gün:

Saat 01:00

Alarm sesine uyanıyorum. İçerdeki kalabalıktan ötürü çadır tentesine değiyordum. Uyku tulumumun üstü nemli ve fırtınadan dolayı herşey ıslak gibi görünüyor. Halit, Hakan ve Tarık abi uyuyorlar. “Beyler, saat 01:00 oldu.” diye sesleniyorum. Hareket yok. Uyumaya devam ediyorlar gibi. Ben yerimde doğrulup sessizce kahvaltı yapmaya başlıyorum. Bir süre sonra Hakan doğruluyor. Halit ve Tarık abi de uyanıyorlar. Halit bacaklarında ağrı olduğunu söylüyor. Herkesin önünde iyi bir performansla kamp alanına gelmişti. Ancak bacağını zorlamış anlaşılan. Onu gelmesi için teşvik etmeye çalışmıyorum. Çünkü bacağının durumunun daha kötüye gitme ihtimali olabilir. Kendi durumum da çok iyi değil aslında. Hatta bıraksalar o yorgunlukla 2 gün uyurum ama son derece kararlı bir şekilde zirveye ulaşma arzum var içimde. Tarık abinin de diz ağrısı var, o da gelemeyeceğini söylüyor. Halit’in ayakkabıları ve eldivenleri daha iyi olduğu için Hakan ödünç alabilir miyim diye soruyor. Halit izin veriyor. Hakan’la kahvaltı edip çadırdan hemen çıkıyoruz. Zirve yolculuğuna başlamak, uzay mekiğinin ilk kalkış anına benziyor. En zor yer ilk kalkış anlarıdır. Uyandıktan sonra geri sayım başlar. Dünyanın çekim alanından ne kadar hızlı çıkarsan yani sıcak uyku tulumundan ne kadar hızlı ayrılırsan o kadar iyidir. Ondan sonrası zaten uzay aracının yakıt tanklarını atıp ufak gazlarla yol alması şeklinde devam ediyor…

Gece tırmanışa başlamamızın amacı şuydu: Havanın en soğuk olduğu bu saatlerde çığ riski daha düşüktür. Bir de zirveye en geç öğle saatlerinde ulaşmak gerekiyor. Öğleden sonra Türkiye dağlarında hava şartları bozabilir. Bu nedenle gece tırmanışa başlamak en uygunudur. Yemek yedikten ve hazırlandıktan sonra yola çıkıyoruz. İlk dakikalar çok önemli. Hızlı gidip henüz soğuk olan bünyeyi zorlamamak gerekir. Yoksa erken havlu atıp tırmanıştan vazgeçmeniz gerekebilir. Çok yavaş adımlar atıyoruz. Yürüyüşüm Mehteran yürüyüşü gibi. İki adım ileri gidip duruyorum; kafamı kaldırıyorum önü veya arkayı kontrol ediyorum. Hakan, istese basıp gidebilecek kondisyona sahip ama yürüyüş tempomu sevdiği için hep arkamdan beni takip ediyor.

Dik eğimleri kramponlarla tırmanmayı kolaylaştıracak bazı yürüyüş teknikleri vardır. Onların ata sporu olduğu için Fransız ve Almanlar bulmuş. 45 dereceye kadar eğimlerde diz hafifçe kırılır, ayak tabanı tam basılarak ördek yürüyüşüne benzer bir yürüyüş yapılır. 45-65 dereceye kadar olan eğimlerde yamaca yan dönülüp ayaklar çapraz geçişle (reverans yapan birini düşünün) ilerlenir. 65 dereceden sonra tabanın tam basılması mümkün olmadığı için Fransız tekniğinin yerine Alman tekniği denen yöntemle yani ayak burnuna basarak ilerlenir. Alman tekniği baldır kasları için son derece yorucu bir yürüyüş tarzı olsa da mutlaka kullanılması gereken bir tekniktir. Karın sertliği de tırmanış için önemli bir durumdur. Kar sert ise en öndeki iz açar ve arkadan gelenler merdiven gibi kolayca tırmanabilirler. Kar yumuşaksa merdiven gibi basamaklar oluşmadığından yürüyüş grup için daha zor hale gelir.
Ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Hakan, üşüdüğünü söylüyor. Hava ciddi şekilde soğuk. Güneş kendini gösterdikçe hava daha ılıman olacaktı. O yüzden güneş doğarsa belki biraz ısınabiliriz diyorum. Hakan üşüdüğünü birkaç kez tekrarlıyor. Kmpa geri dönelim beklentisiyle söylüyormuş, bunu daha sonraki konuşmamızda öğreneceğim. Beni kararlı görünce açıkça dönelim diyememiş. Hareket halinde olduğum için vücut ısım bana yetiyordu. Ama kısa süre durakladığımız anlarda ben de üşüyerek acı çekiyordum. Zikzaklar şeklinde dar patika yolu takip ederek zirveye doğru yürüyüş devam ediyordu. Birbirimizle arayı açmadan grup halinde ilerliyorduk. Bir süre sonra Aydın abinin geri dönüp bize doğru geldiğini görüyorum. Yan yana gelince bize parmaklarını gösteriyor. Ellerini ısıtamadığını söylüyor. Aydın abi kondüsyon ve zihinsel olarak bizden daha hazırlıklı durumda olmasına rağmen eldivenlerindeki bir sorun nedeniyle geri dönmek zorunda kalıyor. Sanırım deforme olan eldiven yüzünden parmaklarında sorun yaşıyor. Yedek eldivenimi verip geri döndürmeyi düşünüyorum. Ama kişi en iyi kendini bilir. Parmakları daha kötü duruma gelebilir diye vazgeçiyorum. Daha sonra kampta buluştuğumuzda soğuk ısırması nedeniyle bir parmağında his kaybı ile kararma yaşadığını öğreniyorum. Tırmanışın başarılı olabilmesi için fiziksel ve zihinsel hazırlıkla beraber şu üç koşulun da bir araya gelmesi gerekiyor:
1. Zihinsel hazırlık
2. Vücudun fit ve antrenmanlı olması
3. Dağcılık malzemelerinin eksiksiz olması ve doğru kullanılması.

Ağrı Dağı’nda güneşin doğuşunu izlemek ve tırmanmak muhteşem bir his yaratıyordu.
Saat 10:30
Zirveye çıkarken, en tehlikeli bölge Cehennem Deresi olarak adlandırılan yere ulaşıyoruz. Atlas dergisi yazarı İskender Iğdır’ın, 2000 yılında Nasuh Mahruki liderliğinde tırmanırlarken talihsiz bir kazada hayatını kaybettiği yer burası. Çok dikkatli ve teknik malzeme ile geçilmesi gereken 20-25 metrelik bir yan geçiş var burada. Bu yükseklikte her yer dört mevsim buz kütlesiyle kaplıdır. Kar yağışı az olursa cam gibi buzul üzerinden geçilir. Bu da kaymaya çok müsait bir ortam sunar. Krampon takmadan geçmek risklidir. Krampona rağmen kayıp düşerseniz hemen kazmayı saplayıp durmaya çalışmak gerekir. Yoksa hız kazanıp yüzlerce metre aşağıya uçmak mümkündür. Cam buz üzerinden krampon ve kazma ile Cehennem Deresi boğazını sorunsuz olarak geçiyoruz. Son 150 metreye geliyoruz. Eğim arttı ama zorlayacak düzeyde değildi. Heyecanımız artmıştı.

Saat:11:00

Midem bulanıyor, hafiften bir kusma isteği duyuyorum. Vücudumun verdiği tepkileri dikkatle takip ediyorum. Yüksek irtifa hastalıklarının belirtileri bunlar. Kısa süre içinde dikine ciddi irtifa yaptığımız için vücut iyi aklimitize olamamış. Böyle durumlarda tek çare iniş yapmak ve bünyenin irtifaya alışmasını beklemek. Zirve birkaç dakikalık uzaklıkta. O yüzden durumum da iyi sayılır olduğu için devam ediyorum. Zirve platosunda Mehmet Yaldız, Mehmet Güngör ve Esin Handal ile karşılaşıyoruz. Hacı hacıyı Mekke’de, dağcı dağcıyı zirvede bulurmuş! Kısa bir konuşma molasından sonra hepimiz 5137 metredeki zirveye ulaşıyoruz.
Fotoğrafta güneşli ve açık bir hava görünmesine rağmen zirvedeki hava şartları uzun süre durmamıza imkan vermiyor. Hakan’dan fotoğraf için yardım istiyorum. Hakan alel acele birkaç fotoğrafımı çekiyor. Tebrik ve kutlama merasimi için zirvede en fazla 5 dk. kalıp fazla oyalanmadan inişe başlıyoruz.

Diğer bir flamayı rüzgarda elimden kaçırınca Mehmet abi (Güngör) ile Adım Adım flamasını birlikte açıyoruz. Arka plandaki ayda yürür gibi ağır adımlarla çerçeveye giren Sönmez hoca…

Zirve fotoğrafı çektirirken dikkat edilecek konular:

Dikkat edilmesi gereken bir kaç nokta var. Yoksa yandaki fotoğraftaki gibi alel acele bir kaç fotoğraf çektirirken komik görüntüler verebilirsiniz. Aşağıdakileri kendime söylüyorum ama siz ibret almak isterseniz alın tabii 🙂
• Hiçbir şey düşünemiyor insan zirvede. Yüksek irtifada az oksijen nedeniyle derin düşünmek mümkün değil, yapacaklarını önceden planla.
• Ve en önemlisi, nolur kazmayı kazma gibi tutma 🙂 Kazmanın bilekliğini olması gerektiği gibi eline geçir. Ucu yan tarafa bakar durumda tut, daha estetik duruyor.
• Fotoğraf için mont cebinden telefon çıkardıysan cep astarı dışarı çıkmış olabilir, biraz daha dikkat et be birader!
• Bir de mont şapkanı, kaskını falan düzelt. Kar gözlüklerini kısa bir süre çıkar bi kim olduğun anlaşılsın. Ninja Kaplumbağa Donatello’musun sen!
Son olarak ben ettim siz etmeyin bunları kendinize… 🙂

Zirveden inip kampa dönüyoruz. 4200’e indiğimde çadırımın hali beni şaşırtıyor. Yan tarafındaki kazıklar yerinden kurtulmuş neredeyse uçup gidecekmiş, yarısı havada duruyor. Sınırlı bir düz alan olduğundan ve çadır çokluğundan yeri biraz kötüydü. Neyse ki uçup gitmemiş en azından. Çadırın kazıklarının tamamen yerden kurtulup uçmaması için iki elimle tutuyorum. Eşyaları hızla topluyoruz. Normalde kampta bir gece daha dinlenip ertesi gün dağdan inecektik. Ancak 80-100 km arasında değişen bir fırtına geliyordu. Havanın fena bozacağını öğrenince hızlı bir değerlendirme yaptık ve 4200 kampını toplayıp beklemeden aşağı inme kararı alıyoruz. Çadırları topluyoruz ve çantalarımızı hazırlayıp dönüş yoluna geçiyoruz. Ekibin çoğu popo üstü oturup kayarak iniyor. Sırt çantama bağlı eşyaların çokluğundan oturup kaymayı beceremiyorum. Yürüyerek geliyorum ve geride kalıyorum. Tarık abi de dizinin ağrıması nedeniyle geride kalıyor. Aydın abi dinç olduğu için önden gidiyor. 3200 kampına uğrayacak ve oraya bıraktığımız eşyaları alıp devam edecek. Önden giden hızlı grubu bekletmemek ve çok geç kalmamak için elimizden geldiğince acele ediyoruz. Bu nedenle Aydın abinin benim eşyaları da alacağını düşünüp kampa uğramadan geçiyoruz. O da benim kampa uğrayıp eşyalarımı alacağımı düşünmüş. Bu iletişim eksikliği nedeniyle orada parlayan ocağımı ve ufak bir iki eşyamı bırakmış oluyorum. Neyse sağlık olsun. Bu arada önden giden Aydın abi karanlıkta yolunu kaybederek Eli köyü yerine başka bir köye ulaşmış. Daha sonra bir araba kiralayarak Eli köyüne geldi.

Biz Sönmez Hoca’nın GPS cihazıyla ilerliyoruz. Ay ışığı olmadığı için zifiri karanlıkta kafa lambalarımız önümüzü aydınlatıyor. Gideceğimiz yönü biliyoruz ama arazide olduğumuz için gittiğimiz yer düz bir alan değil, patika bile yok. Yolumuz üzeri karşımıza 20-30 metrelik derinliği olan bir vadi çıkıyor. Sırt çantamız ile vadiye inip kaya tırmanışı yaparak vadiyi geçiyoruz. Eli köyüne 23:00 gibi varıyoruz. Sabah 02:00 ile akşam 23:00 arası neredeyse 21 saat süren faaliyet sona eriyor. Ayaklarım hiç dinlenmeden 21 saat dağ botu içinde haşat oluyorlar. Sağ ayak baş parmağımda kan toplanmış (Sonradan doktora gidip iğneyle içindeki kanı boşalttırdım ama 2 hafta içinde tırnağım kararıp düştü. 8 ayda yeni tırnak çıktı ve eski haline döndü neyse ki). Önceden haber verdiğimiz bizi bekleyen minibüse atlayıp Doğubeyazıt ilçe merkezine doğru yol alıyoruz. İlçe merkezine vardığımızda otele malzemelerimi bırakıp içecek bir şeyler almak için dışarı çıkıyorum. O saatte bir Tekel bayisi açık… İçerideki yaşlı amca dağcı kıyafetleri ile çok yorgun halimi görünce şaşırıyor. İçim susuzluktan yanıyor. Canım tuzlu bir ayran çekiyor. Ayran var mı diye soruyorum. Şaşırıyor biraz. Sanırım şaka yapıp yapmadığımı anlamaya çalışıyor. Alkollü birşey aramıyorum sadece susuzluğumu giderecek birşey ihtiyacım var. Ayran yokmuş. Neyse ki su var. Ne yanmış içim be…Susuzluğumu gideriyorum. Sonra doğruca otele geri dönüyorum ve mışıl mışıl uyuyorum.

Ertesi gün kahvaltıdan sonra şehir gezisine çıkıyoruz. İshakpaşa Sarayı’nı ziyaret ediyoruz. Avlusunda gördüğüm hoşuma giden bir kare yakalıyorum. İshakpaşa sarayı ile ilgili daha fazla fotoğrafı Doğu Gezisi yazımda bulabilirsiniz.

Dönüş yolu yine Latif abinin taksisi ile Doğubeyazıt’tan Kars’a doğru.

Herkesin üstünde tatlı bir yorgunluk var. Camdan dışarı bakıyorum. Yaklaşık bir saattir yoldayız ama Ağrı Dağı tüm ihtişamıyla hala önümüzde duruyor ve hiç küçülmüyor. Kulaklarımda Ağrı Dağı Efsanesi’nin müziği çalıyor. Bir çok anı biriktirdim, anılar gözlerimin önünden geçiyor. Dağın etrafında dolanan, çekiminden kaçamayan küçük bir uydu gibi hissediyorum..

– Sosyal Medya ve İletişim –
►I N S T A G R A M – http://www.instagram.com/alidoguyildiz
►F A C E B O O K – https://www.facebook.com/alidoguyildiz
►B L O G – http://www.yuksektepeler.com
►İ L E T İ Ş İ M – [email protected]

Bir Yorum Yazın