Kategori

Dağcılık Ve Tırmanış

Kategori


Bu benim ikinci Cilo kış tırmanış faaliyetimdi. Daha önce 2013 yılında basında da yer alan önemli bir kış tırmanışı yapmıştım. http://arsiv.tdf.gov.tr/32-yil-sonra-reskouludoruk-ilk-kis-tirmanisi/

Maceram Mart 2019’da 3 dağcı arkadaşımla beraber İstanbul Sabiha Gökçen havalimanından Van’a uçarak başladı. Oradan saat başı kalkan şehirlerarası minibüsle Yüksekova’ya geçmekti amacımız. Sabiha Gökçen havalimanının evimize yakınlığı nedeniyle böyle bir seçim yaptık. Cilo ekibinin geri kalanı (8 kişi) Avrupa yakasındaki havalimanından doğrudan Yüksekova’ya uçtular. Sabiha Gökçen’den bizim gittiğimiz tarihlerde Yüksekova’ya doğrudan uçuş bulunmuyordu. Bizim izlediğimiz güzergâh hem bütçe olarak daha ekonomikti hem de artık İstanbul’da hangi yakada oturuyorsanız oraya yakın havalimanını tercih etmek bir yere gitmeye karar verirken en önemli belirleyici olmaya başlamıştı.

Cilo için Atatürk Havalimanında

Uçuş günü geldiğinde heyecanla uçağa bindim, el çantamı yerleştirip yerime oturdum. Son kimlik kontrolünden sonra körükten uçağa binene kadar telefona bakarak dikkatsizce yürümüştüm. Elimde telefon, polar, cüzdan ve kabin bileti vardı. Kabin biletini cüzdanın içine koyarken kimliğimin içinde olmadığını fark ettim. Haydaaa! Başımdan aşağı kaynar su dökülmesi hissettiğim ender durumlardan biriydi bu. Hiç sevmediğim bir duygu durumu… Herhalde el çantasına koydum diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Koltukta rahatça oturuyor gibiydim ama tüm düşüncelerimin önüne geçen ve beni rahat bırakmayan bir sıkıntı vardı kafamda. Bütün ceplerimi kontrol ettim. Sanırım son kimlik kontrolünden sonra uçağa binerken düşürdüm. Ya da çantada bir yerlere sokuşturdum. Uçak Van’a indiğinde el çantamı kontrol ettim ama orada da değildi. Herkes uçaktan indikten sonra durumumu kabin amirine anlattım. Bagaj alımı kısmında beklememi ve uçak içinde bulunursa bagaj alımı kısmına kimliğimi getireceklerini söyledi. Bir süre bagaj alımı kısmında bekledim ama kimse gelmedi. Bu sırada Sabiha Gökçen Havalimanı’nın yer hizmetleri telefon numarasını da bir şekilde buldum. Kayıp eşya ofisini aradım ve kimlik bulunup bulunmadığını sordum. Olumsuz yanıt verdiler…

Van’daki havalimanında yapacak bir şey kalmayınca 3 arkadaşımla şehir merkezine gitmek için taksiye bindik. Taksici Doblo aracının geniş bagajına çantalarımızı koyduğunda dağcı olduğumuzu hemen anladı. Cilo’ya çıkacağımızı söyledik. Taksici,
“Bu havada ne işiniz var orda abi başınıza bir şey gelir.”
diyerek endişelendi ve yol boyunca bizi caydırmaya çalıştı. Van’ı gezdirebileceğini söyledi ve evine davet ederek misafiri olmamızı istedi. Bir dahaki sefere inşallah deyip samimi daveti için teşekkür ettik.

Şehir merkezine geldiğimizde sırt çantalarımızı şehirlerarası yolculuk yapacağımız firmanın yazıhanesine bıraktık. Öğle yemeği için yakındaki bir restorana girdik. Ben tabii aklımdan geçen birçok düşünceden dolayı yemekten tat tuz alamadım. Yemekten sonra arkadaşlarla Van il nüfus müdürlüğüne gittik. 5-10 dakika yürüme mesafesindeydi. Sora sora kolayca bulduk. Nüfus dairesinde şefi bulup durumumu anlattım. Yanımda TDF dağcılık lisansımdan başka bir kimlik yoktu. Onun da üzerinde soğuk damga mühür yoktu. Ne yapabiliriz diye bir yol bulmaya çalıştık. Kimliğin ispatı için tahkikat açılıyormuş, uzun süren bir işlemden bahsetti. Sohbetin sonunda bana yeni veya geçici bir kimlik veremeyeceğini söyledi. Oradan elimiz boş ayrıldık. Aklımıza karakola gitmek geldi. Yolda sürekli kimlik kontrolü olacağını biliyorduk. Belki bir tutanak tutturursak işimize yarar diye düşündük. Yakındaki polis karakoluna gittik. Kapıda kuyruk vardı. Sıraya girdim ve beklemeye başladım. Baktım kuyruk ilerlemiyordu ben de her normal vatandaş gibi önümdeki kişiye kardeş burası ne kuyruğu diye sordum. Adli kontrol şartıyla serbest bırakılanlar, her gün karakola gidip imza veriyorlarmış. Karakol öğle tatilinde olduğu için bekliyorlarmış. Sıradan ayrıldım ve bilgi masasındaki memura durumumu anlatmak için ilerledim. Kapıdan geçerken sırt çantam nedeniyle X-ray cihazı uyarı verdi. Polis memuru sırt çantamın içini açmamı istedi. Zaten tedirgin haldeydi, bir de sırt çantamın içindeki drone’u görünce iyice tedirgin oldu. Neden geldiğimi ve drone’u kısaca anlattım. O da sakinleşince bu işleri artık nüfus il müdürlüklerine devrettiklerini ve 199’u arayıp kayıp kaydı bırakmam için yönlendirme yaptı. Oradan da elimiz boş ayrıldık. Van sokaklarında gezerken, Yüksekova’ya son sefer saati olan 16:00 yaklaşmakta olduğu için çaresizce yazıhaneye döndük. Son sefere bilet alıp 3 arkadaşımla beraber şehirlerarası yolculuğumuza başladık. Araç içinde yolculuğumuz sohbetle çabuk geçti. Hava kararıyordu, bir tesiste dinlenmek için durduk. Tesisin içinden genç bir adam koşturarak buz gibi soğuk havada üstünde mont olmamadan dışarı çıktı ve aracımızın kapısını açarak hoş geldiniz dedi. Garip kıyafetler giymiş batıdan gelen yabancılar olarak dinlenme tesisine girdik. İçerideki insanlar ilgiyle futbol maçı izliyorlardı. Ama bizimle sohbet etmekten geri durmadılarr. Çay parasını ödemek istediğimizde siz misafirsiniz deyip ücret almadılar. Bunlar Batı’da alışık olmadığımız şeyler. Doğu – Batı farkı olsa gerek.

Yüksekova’ya yaklaştığımızda beklediğim gibi jandarma ve polisin kimlik kontrolü başladı. Birkaç gün önce yaşanan bazı olaylar nedeniyle bölgede OHAL ilan edilmişti. Bilinmezlik bende endişe yarattı. Beni belli bir süre tutabilirlerdi. Bu da Yüksekova’daki grubumuza yetişememek ve benim için faaliyetin iptal olması anlamına gelirdi. Her kontrolde dağcılık lisansımı gösterdim ve durumumu anlattım. Kimseye tavsiye etmiyorum ama adrenalin meraklılarına not düşeyim… OHAL’de kimliksiz dolaşmak isimli aktivitede adrenaline doyuyorsunuz 🙂 Neyse ki Yüksekova’ya sorunsuz geldim. Buradan şu dersi öğrendim; yolculuklarda başka bir çantaya ikinci bir kimlik (ehliyet, pasaport gibi) koymakta fayda var. Dönüş için şöyle bir çözüm düşündüm ve uyguladım. İstanbul’daki ailemi arayıp kaldığım otele ehliyetimi göndermelerini istedim. Faaliyet bitene kadar otelime kargo ulaşırdı. Nitekim bu planım kusursuz işledi. Denemedim ama büyük ihtimalle uçak için dağcılık lisansını kimlik olarak kabul ettiremezdim.

Diğer havalimanından gelen arkadaşlar çoktan otele yerleşmişlerdi. Yakındaki bir kafede Yüksekova Doğa Tutkunları ekibinin düzenlediği karşılama yemeğine katılmışlardı. Eşyalarımızı otelin lobisine bırakıp arkadaşlarımızın yanına gittik. Klos Dağcılık Yönetim Kurulu Başkanı Sönmez Erkaya, İstanbul’dan diğer tırmanış arkadaşlarımız ve Yüksekova Doğa Tutkunları ekibi ile bir araya geldik. Akşam yemeğinden sonra birlikte şarkı türkü söyledik. Harika gençlerle saz çalıp, türkü söyleyip, halay çekerek güzel bir akşam geçirdik.

Birinci Gün:

Sabah 2 minibüsle Yeşiltaş karakoluna geldik. Mehmetçikle tanıştık. Bizi sıcak karşıladılar. Komutan destekleyici konuşmasıyla moral motivasyonumuzu güçlü tuttu, bunun için minnettarız. 2013’de geldiğimde başka bir komutan kimliklerimizi alıp hepimize tek tek kendi isteğinle mi geldin diye sormuştu. Bunu güvenlik nedeniyle anlıyorum, ancak bu yaklaşım motivasyon açısından çok fark yaratıyor. Askerlerle hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra yüksek moralle sırt çantalarımızı yüklendik ve yola çıktık.

Cilo Yeşiltaş

Serpel yaylasına ulaşana kadar baştan sona yoğun batak karda ve kar yağışı altında yürüdük. Birçok çığ etabından geçtik. Bu manzaraya şahit olunca moraller düştü. İlk bölüm için durum böyleyse, sonraki bölümler daha problemlidir herhalde diye düşünmeye başladık… Gördüklerimizin Nepal veya Pakistan’daki Karakurum sıradağlarından hiçbir farkı yoktu.

Yanımda iç, orta ve dış olmak üzere 3 çift eldivenim vardı. Sadece orta katman eldivenin yeterli olacağını düşündüm ve bir çift eldiven takarak yola koyuldum. Akşama doğru elimdeki eldiven ıslandığından parmaklarımı üşütmeye başladı. Diğer eldivenler sırt çantamda ulaşması biraz zor yerdeydi. Kamp yerine ha ulaştık ha ulaşacaz derken üşenip eldiven değiştirmeyi sürekli erteledim. Hava karardığında ve rüzgar güçlendikçe acı duymaya başladım. Bu hatayı neredeyse parmak uçlarımı dondurarak ödüyordum. Buradan öğrendiğim ders, eldivenleri ne olursa olsun çantada kolay ulaşılacak yere koymalı!

Serpil Yaylası Kamp Alanına (2100m) 6.5 km’lik yol üzerinden 10 saat içerisinde ulaştık. Ancak burada hemen her yerde çığ riski mevcut olduğunu gördük. Kötünün iyisi bir yeri seçtik. Daha önce çığ düşmüş ve kar yükünü bir nebze boşaltmış bir yere hava kararırken çadırlarımızı kurduk. Sonra herkes uyku tulumunun içine girdi. O soğukta kaz tüyü uyku tulumlarının konforu öyle iyi geliyor ki anlatamam. Ana kucağı gibi…

İkinci Gün:

Ertesi gün hava aydınlanırken uyandık. Güneş henüz bizim çadırların üzerine vurmamış. 40-50m ilerimizde derenin diğer tarafındaki yamaca vuruyordu. Dağlarda güneş ışığı yakınızda ama henüz üzerinize gelmiyorsa, buzdolabının üst buzluk kapağının açılıp kapanması gibi ani ısı değişimleri hissedersiniz. Bu yüzden bizden çok uzak olmayan güneşin üzerimize vurmasını dört gözle bekliyoruz.

Bu sırada kahvaltı hazırlıklarına başladık. Çadır arkadaşımla dereden su getirmek için çadırın dışına çıktık. Dere kenarına geldiğimizde 3-4 metre kar yüksekliğinden dereye ulaşmanın imkansız olduğunu gördük. Boş pet şişeyi ipe bağlayıp dereye saldım. Pet şişesi çok hafif olduğu için dere içine batmıyor ve içine su dolmuyordu. 1.5 litrelik pet şişeyi yarım kesebilir veya yemek kabına bir ip bağlayıp dereye salabilirdik ama suyu dökmeden yukarı çekmek imkansız görünüyordu. Çünkü ip kuyu gibi dümdüz aşağıya inmiyordu. Orada bir istasyon kurup ip inişi yapmayı deneyebilirdik. Aç ve susuz olduğumuz için en zahmetsiz yöntemle suya erişmeye çalışıyorduk. Bu sefer termosuma bir ip bağlayıp dereye attım. Eskimoların balık tutması gibi bir görüntümüz vardı. Termosuma karabina takılabiliyordu. Termosoma ağız kısmında ufacık bir karabina vardı. Allahım bu özellik ne kadar hayat kurtarıcıymış. Burada tecrübe ettim. Termosla dökülmeden su çekip pet şişelere doldurmaya başladık. Bunu gören kamptaki diğer çadır sakinleri koşarak yanımıza geldiler ve ellerinde şişe/termoslarla su sırasına girdiler. Kamptaki herkesin tüm su ihtiyacını çadır arkadaşımla en ekonomik şekilde karşıladık. Dereden su çekemeseydik herkes kar eritmek için dağda en değerli eşyalarını, ocak kartuşlarını kullanıp gaz israfı yapacaktı. Kar suyunu içenler tadının ne kadar berbat olduğunu bilirler. Dağcılar kar suyunu eritip içine toz içecekler ekleyerek hem tadını iyi hale getirmeye çalışırlar hem de saf suda bulunmayan elektrolitleri dışarıdan takviye ederler. Buna gerek kalmadan istediğimiz kadar suya kavuştuğumuz için herkesin keyfi yerine gelmişti.

Ancak dünkü hava durumu ve çığ etapları nedeniyle morali düşen arkadaşlarımız devam etmek istemediler. Teknik toplantıda 6 kişi dönmeye karar verdi. Ocak kartuşlarını ve fazla yiyeceklerini aldık ve vedalaştık. Yerel rehberle geri döndüler. Biz de fazladan eşyaları bir çadırda bırakıp, diğer çadır ve sırt çantalarımızı topladık ve ardından kamp yüküyle yola çıktık.

2900 metredeki Horkedim yaylasına ulaşmak için, kamp yükü dolu sırt çantalarımızla yaptığımız 800 metrelik Azap Kulvarı adını verdiğimiz dik etap, bizim için büyük bir zorluk oluşturdu. Sırt çantam bir kurşun kadar ağırdı. 4 kişi kaldığımız çadırım 5.6 kg ağırlığındaydı ve sırayla taşıyorduk. Diz seviyesindeki kara, ayağı saplayıp kaldırmak petrol kuyusuna sondaj açmak gibi bir görüntüyü andırıyordu. Ayağımı kaldırıp bir sonraki adımı kara saplamak için gerildiğimde sırtımdaki kurşun gibi ağırlık beni geriye çekiyordu.

Uzaktan sürekli teleskopla takip altındaydık

Sırtta o kadar ağırlıkla karda iz açmak acı vericiydi. Parayla çekilecek eziyet değildi bu. Takım çalışması olmasaydı tırmanmak 1-2 gün daha uzun sürerdi. Takım çalışması ve inanç olmasaydı katır gibi bu kadar ağırlık altına girip eziyet çeker miydim sanmıyorum. Sonunda alkış ya da ödül yok. Bu iş gönül işi.

Sabah başladığımız tırmanış gece 22:00’e gelirken bitik bir halde kamp yeri bakarak devam ediyordu. Hedefimiz 2900’deki yaylaya varmadan 100 metre daha aşağıda, hafif eğimli bir yerde kamp attık. Ertesi gün dinlenme günümüzdü.

Üçüncü Gün:

Dinlenme günü uyandık. Kahvaltı yaptık. Günü ufak tefek işlerle ama dinlenerek geçirdik. Sönmez fotoğraflarımıza konu mankeni olarak güzel bir katkı yaptı. Ama bu ona güneş yanığı ağrısı olarak döndü. 🙂

50 faktörlü kremler olmadan böyle bir ortamda vücudu açık bıraktığınızda neredeyse anlamadan yanıyorsunuz. Solaryumdan daha etkili bir yer dağlar…
Kürekle kar bloklarını tuğla gibi kesip kadınlar ve erkekler için ayrı tuvaletler inşa ettik. Alaturka tuvaletler doğada büyük bir konfor ve güvenlik sağlıyor. Ancak İHA’lara karşı savunmasızdık 🙂
Öğlen tırmanış liderimiz Sönmez’in çadırında toplanıp teknik toplantı yaptık. Zirve taarruzu için gece saat 00:00’da kalkmaya karar verdik.

Hava karardığında herkes uyumak için çadırına çekildi. Ben farklı zaman dilimlerinde kolay uyuyabilen biri değilim. Çadır arkadaşlarım uyuyabilirken ben çoğunlukla gözlerim açık uyanık bekledim.

2013 yılında geldiğimde, İHA’lar sürekli kampımızın üzerinden uçuyordu. Doğanın kucağında o sessizlikte o kadar çok gürültü vardı ki, geceleri uyuyamadım. Teknoloji ilerlemiş herhalde bu sefer çok yukarıda uçuyorlardı ve ses düşüktü.

Dördüncü Gün:

Saat 01:00 civarı zirve kampımızdan hareket ederek zirve rotasına girdik. İleride gördüğüm her yükselti bitince ardından zirve hattını göreceğim umuduyla tırmanıyordum. Son derece yakın görünen tepelerden biri bitince artık tamam burası zirveye çok yakın dedim. Eyvahlar olsun başka bir tepe daha karşıma çıkıyordu. Zirve bir türlü görünmüyordu. 3700-3900 metre arası geçtiğim dik etap oldukçe yorucuydu. Üstümüzde güneşli, açık mavi bir gökyüzü, altımızda buzlu beyaz bir örtü var ama sanki ufuksuz bir çölde susuz kalmış gibi hissediyorum. Bir ara öndeki arkadaşıma, tepemizde turlayan şu İHA’lar soğuk su atsaydı ne güzel olurdu değil mi diye sayıkladığımı hatırlıyorum.

4000 metredeki platoya vardığımızda öğle vaktiydi. Önümüzde sadece 135 metre irtifa kalmıştı. Rotanın sırt ve kılçık hattını oluşturan ve 2-3 saatlik teknik tırmanış içeren yerine gelmiştik. İp birliğine girdik. En önde giden Sönmez, biri düşerse doğru şeyleri yapıp yapamayacağımızı görmek için ilerlerken rastgele bir anda “Dikkat” diye bağıracağım, o zaman herkes birinin düştüğünü düşünüp gerekeni yapsın dedi. Birkaç dakika sonra orta eğimli sırt hattında sırayla ilerlerken “Dikkat” diye bağırdı. Hepimiz aynı anda yere kapanıp kazmayı yere sapladık. Herkes tetikte olduğu için aynı anda refleks gösterebiliyordu.

Uzaktan kara bulutlar geliyor, hava akşama doğru bozulacak gibiydi. Sis bulutları aralıklarla zirve hattına geliyor ve geçiyordu. Tatbikat yaptığımız sırada bir sis bulutu geldi ama geçip gitmedi. Gerilim dolu anların geleceğini söylüyordu adeta. Görüş mesafesi 30-40 metreye düştü. Hoca refleksimizin iyi olduğunu ve hep böyle dikkatli olmamız gerektiğini söyledi.

Ayağa kalktıktan sonra, birkaç adım atmıştık ki ani bir çatırtı sesi ve deprem gibi kısa bir sarsıntı oldu! Ayağım yerinden oynamıştı sanki. Yamaçta büyük bir kar kütlesi aniden gürültü ve sarsıntıyla kopmuştu. Beraberinde yamaç üzerinden bir miktar karı da alıp uçuruma uçtu. Ön sıralarda yer alan iki kadın arkadaşımız sağımızda kalan kuzey yamacındaki boşluğa düştüler. Hepimiz hemen sola doğru yere atladık ve kazmalarımızı yere sapladık. Sürüklenme durduğunda kimse yerinden hareket etmedi. Kendimi bir film setindeymiş gibi hissettim. Ancak yaşananlar gerçekti.

Düştü, düştü diye bağrışmalar!
Her kafadan bir ses çıkıyor!
Kimse uçurumun kenarına gidip kontrol edecek cesarete sahip değil!
Beyaz düz bir tabaka halinde korniş var ama neresine kadar gidilebileceğini tahmin etmek zor.
Tekrar bir kopma olup aşağı uçmaktan korkuyoruz.
Ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgi dedikleri yer burası olmalı.
Hep o çizgi üstünde yürüyorduk ama şimdi o çizginin dışına çıkmıştık.

Hala oradalar mı yoksa uçuruma mı düştüler? Herkes gibi ben de yere yatmış pozisyonumu almış olduğum yerden olanı biteni anlamaya çalışıyordum. Arkama dönüp kimler eksik diye saymaya çalıştım. Kenan siper almış asker gibi mevzisinden kafasını kaldırıyordu. Kar sanki kendisine pusu kurmuş, bir sonraki ateşin nereden geleceğini tespit etmeye çalışıyordu. İpte biraz gerginlik var ama emin değiliz. Oltaya balık gelip gelmediğini anlamak için olta ipinin gerginliğini yoklarız ya aynı o şekilde ipi kontrol ediyoruz. Neden sonra iyi olup olmadıklarını bağırarak sorduk. O kadar aniden oldu ki hiç kimse bağırmaya fırsat bile bulamamıştı. Aşağıdan gelen çok zayıf bir ses vardı ama ne söylendiği anlaşılmıyordu. En azından hala hayatta biri vardı. Sönmez, herkese susun susun diye bağırdı. Sessizlik. Ve kendisi aşağıya seslendi. “İyi misiniz?” “…dkh jbfg..gdfsdsdfj” yine anlaşılmayan zayıf bir ses duyduk. Yüzlerce metrelik boşlukta iki arkadaşımız göbek hizasından ipe bağlı bir şekilde gökyüzüne bakar pozisyonda asılı durumdaydılar. Çantaları ve kazmaları uçuruma düşmüş. İyi olduklarını haykırıyorlardı ama bize sesleri çok az geliyordu. Ne düşünüyorlardı kim bilir? İnsan böyle anlarda, hayatının gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyor dedikleri o anı yaşıyor herhalde… Yoksa yarım kalmışlık, yaşanmamışlık veya bir daha aşık olamayacak olmanın hayal kırıklığı mı doluyor insanın içine? Bilmiyorum…Dakikaların saatler gibi geldiği anlardı bu anlar.

Yukarı tarafta Sönmez, kazma ile bir istasyon kurmaya başladı. İp üzerindeki ağırlığı istasyona aktararak emniyet aldı ve ip birliğinden çıktı. Hemen arkasında Recep abi (Kulaber) uçurumun çok yakınında yüzüstü yatıyordu. Boğazının üzerinden ip geçiyor ve sıkıca yere bastırarak nefes almasını zorlaştırıyordu. İstasyon kurulunca ön tarafta biraz rahatlama oldu. Düşenlerin hemen arkasında uçuruma en yakın duran kişide ağırlık devam ediyordu. Buradaki yükü almak gerekiyordu. Yükü binen önümdeki arkadaşım herhalde şoktan olacak iki kez ipten çıkayım mı diye sordu. Aklında ipten çıkıp ATC ile emniyet almak varmış. Ama bu mantıklı bir hareket değildi. Çünkü yamaçta aşağıya doğru yatıyordu ve ayağıyla destek alacak bir pozisyonda değildi. Onun arkasındaydım, yere yatmış olanları izliyordum.

Ve ipten çıkarsa bana gelecek yükü karşılamaya hazırlanıyordum. Hepimiz aynı anda itiraz edince ipten çıkmadı. Sonra Sönmez’in yönlendirmesiyle yavaşça sola süründük. Düşen arkadaşlar biraz daha yükselip yamaca yakınlaşmışlardı. Seslerini duymaya ve anlamaya başlıyorduk. Uçuruma ucunda karabina bağlı bir ip salladık ve yamaca en yakın kişiden onu yakalayıp emniyet kemerine takmasını istedik. İpi ilk salladığımızda arkadaşımıza ulaşmadı. Bu sefer ipte asılı arkadaşımız şoktan olacak herhalde, kendisine gönderilen karabina ulaşmadan bağlı olduğum ipten çıkayım mı diye sormaya başladı. Daha sonra ana ipin kornişin altına sıkıştığını öğrendik, bu yüzden ikisini birden yukarı çekemiyorduk. O sırada bize çok mantıksız gelen bu soruyu, meğer ipten çıkarsa diğer arkadaşının kurtulacağını düşündüğü için söylemiş.
Kendisini feda edip arkadaşını kurtarmak istemiş. Böyle anlarda insan nasıl kendini feda edebilir? İçimizde bir yerde gizli böyle şeyler olmalı… Normal zamanlarda çok bencil bir varlık olan insan, bazı anlar geldiğinde o gizli şey ortaya çıkıyor ve bir yakını, bir arkadaşı veya hiç tanımadığı bir başkası için canından vazgeçmek isteyebiliyor.

Neyse ki tek başına böyle bir karar almadan, denemelerimizin birinde gönderdiğimiz ucunda karabina bağlı ipi yakaladı, kemerine bağladı ve sonra diğer arkadaşıyla bağlı olduğu ipten ayrıldı. Ve ip kurtarma tekniğiyle önce ana ipten çıkan arkadaşımızı sonra diğerini yukarı çektik. Uçurumdan, bir elin yükseldiğini görmek film sahnesi gibiydi. Hepimiz arkadaşlarımızın aşağıdan tam parça gelmelerini ümit ediyorduk. Hayatta olduklarını görmekten hepimiz mutlu olduk. Kurtulan arkadaşlarımızın kucaklaşmaları ve sevinçleri duygusal anlara neden oldu. Kelimeler ile anlatılamayacak bir duygu durumu yaşıyorduk. Arkadaşlarımız, bir anda boşluğa düşmüşler biz ise yamaç kenarında kalmıştık. Bazen gerçekten manevi bir şeyin sizi koruduğunu hissedersiniz. Film sahnesini aratmayan 10-15 dakikalık olayda çok şükür herhangi bir fiziksel sağlık problemi yaşamadık ama zihinsel olarak oldukça etkilendik.

Sonra yere çömeldik ve bir daire oluşturduk. Herkesin görüşleri tek tek soruldu. Tamam mı, devam mı? Bazı arkadaşlarımız emek verip bu noktaya kadar geldik, yapabiliriz diyerek devam etmek istediler. Böyle bir dağ faaliyetine tekrar katılmak kolay değildi. Diğer sporlarda olduğu gibi dağcılıkta da antrenman yapılması gerekiyor. En az 2-3 ay önceden başka dağlara gidip antrenman tırmanışı yapılması, aklimitizasyon denen vücudun yüksek irtifaya hazırlanması süreçlerinden geçmek gerekiyor. Bunun dışında diğer bazı zorluklar da olabiliyor. Bir işte çalışan insanların iş yerlerinden izin alması, resmi makamlardan izin alınması, izinler halledilse hava şartları el vermeyebiliyor. Malzeme ve lojistiğe hatırı sayılır bir miktar para harcamak gibi zorluklar bulunuyor. Metraj yükseldikçe masraflar da artıyor. Örneğin 7000 metrenin üstündeki dağlar gökyüzüne yaklaşırken masraflar da gökyüzüne yaklaşıyor. Her denemede en az 20 bin dolar gibi astronomik sayıları gözden çıkarmak gerekiyor. Bir sponsor bulsa dahi bir dağcı kaç defa böyle deneme şansı bulabilir ki?

Hepimiz türlü zorlukların farkındaydık. Ancak çömeldiğimiz kayanın üzerinde en az birkaç metrelik kar birikmişti ve kayalık alanın nerede başlayıp nerede bittiği tam anlaşılmıyordu. Tamamen beyaz bir kar kütlesinin üzerinde yürüyeceğiz ama altı kaya mı boşluk mu belli değildi. Beyaz güzel olduğu kadar ölümcül de olabilirdi. Önümüzde, aynı olayı defalarca yaşayabileceğimiz bir sırt hattı duruyordu. Karadağ anlamına gelen Reşko zirvesi, beyazlara bürünmüş bizi çağırıyordu.

Az kalan enerjimizin neredeyse tamamını kurtarmaya harcamıştık. Zirve kampına dönebilir, dinlenebilir ve ertesi gün tekrar gelebilirdik. Ama yiyeceğimiz de yeterli değildi. Çoğunluk olarak tırmanıştan vazgeçtik ve geri dönmeye karar verdik. Dağ orada duruyordu. Başka bir kış sezonu tekrar gelip deneyebilirdik.

Burada ip birliği kararı eleştirilebilir. Ancak 3-4 kişi ile hareket ediyor olsaydık muhtemelen 3-4 arkadaşımız birden uçuruma giderdi. Fakat başka bir yerde aynı ipe bağlı çok fazla dağcı olsaydı, 3-4’ten daha büyük bir felakete neden olabilirdi. Buna çok dikkat etmek gerekiyor. Bu kararın çok isabetli alınması gerekiyor, aksi halde kurtarıcı olduğu gibi daha büyük felakete neden olabilir. Bizim durumumuzda ip birliğinde hafif arkadaşların öne konulması bilinçli ve önemli bir seçimdi. Önde ağır arkadaşlar olsaydı, düşüş olduğunda hepimizi uçuruma çekebilirlerdi. Hafif kişilerin öne koyulması doğru bir karardı. Ama orada aynı anda yere kapanarak tatbikat yapmamız hatalı bir karardı. Bu zayıflayarak kar kütlesinin kopmasını tetiklemiş olabilir, bunu geride bir yerde yapabilirdik. Belki bu da iyi bir olasılıktı, çünkü kar kütlesi tırmanırken değil de aynı izlerden dönerken inişte kopsaydı daha zor bir durum yaşayabilirdik.

Zirve kampımıza döndüğümüzde hemen çadırlara girip geceyi dinlenerek geçirdik. 18 saattir ayaktaydık ve dinlenmeyi hak etmiştik.

Beşinci Gün:

Ertesi gün hava ağarıyor. Saat 06:00 civarı hepimiz uyanıyoruz. Hayata yeniden dönmek ve güneşe uyanmak ne kadar güzel… 2 arkadaşımız akşama uçak biletleri olduğu için hemen geri dönüş yoluna çıkmak için sabırsızlanıyorlar. Keyifli bir kahvaltı yapmak istiyoruz. Onları yetişemezsiniz, ertesi günü gidersiniz diye ikna etmeye çalışıyoruz ancak işleri nedeniyle dönmek istiyorlar. Sönmez, yerel rehberle önden gitmelerine izin veriyor. Kahvaltının tadını çıkarıyoruz. Dağda sıcak bir şeyler içmek o kadar değerli ki anlatamam.

Kahvaltı yaptıktan sonra çadırları toplayıp yola çıkmak yaklaşık 2 saat sürüyor.
Ana kampa doğru ilerlerken uzaktan helikopter sesi duyuyoruz. Üstümüzden geçip etrafımızda turluyorlar. Güvenlik amacıyla görev uçuşu yaptıklarını düşünüyoruz. Helikopter görünce genellikle yapılan şey el sallamaktır ya… Yanlış anlaşılmamak için herhangi bir el işareti yapmama konusunda birbirimizi uyardık. Bize yakın bir yerde inişe başlayınca meraklı gözlerle birbirimize baktık. Çekinerek helikoptere doğru ilerledik.

Pervanelerin ürettiği rüzgar o kadar güçlü ki ayakta kalmak zorluyor bizi. Helikoptere binince bizim için geldiklerini öğreniyoruz. Bizi sürekli izliyorlarmış. Aceleyle önde ilerleyen 3 kişiyi görmüşler. Ve telsizle iletişim kurmaya çalışmışlar. Bize telsiz ile ulaşamayınca bir sorun olduğunu düşünmüşler.

Hepimiz helikoptere bindik ve 10-15 dakikalık bir uçuştan sonra bizi yüksek bir yamaçta konuşlanmış bir karakola indirdiler. Ana kampta bıraktığımız çadır ve eşyalarımız olduğunu söyledik. Onları almak için ben ve Sönmez helikopterde kaldık, diğer arkadaşlarımız karakolda dinlenmek için indiler, biz tekrar havalandık. Ana kampa vardığımızda helikopterin inebileceği düz bir yer yoktu.

Sönmez ile 2-3 metre yükseklikte helikopterden atlayarak çadırı sökmeye gittik. Ana kampta Husky marka çadırlar vardı. Uzun yıllardır ekonomik nedenlerle kullandığım bu çadır, helikopter pervanesinin ürettiği kuvvetli rüzgâr nedeniyle fiyakası bozulmuştu. Helikopter, rüzgar kuvveti en az 80 km olan bir fırtına etkisi yaratmıştı. Daha önce hiç bu kadar şiddetli bir fırtınaya yakalanmamıştım. Husky dikdörtgen yapıda yüksek bir çadır, bu yüzden konforlu ama şiddetli bir fırtınada ne kadar güvenilir olacağı soru işareti oluşturdu bende. Ayrıca keşke Sönmez’in kubbe yapıdaki efsane NorthFace çadırı yanında kurulu olsaydı, Husky ile nasıl yan yana duracağını merak ediyorum. Sönmez, NorthFace çadırını bir sonraki kamp alanına götürdüğü için oraya kurulmamıştı. Ana kamptaki çadırları söktük ve eşyaları hızla topladık. Bu arada helikopter hafif eğimli bir yer buldu ve mürettebat camdan dikkatlice etrafı kontrol ederek pilota arabayı park eder gibi helikopterin tekerleklerini yere değdirmesi için yardımcı oldular. Malzemelerimizi çalışan helikoptere taşıdık, hızlıca helikoptere atlayıp havalandık.

Üs bölgesine vardığımızda yine çalışan helikoptere diğer arkadaşlarımızı bindirerek direkt Yüksekova Garnizonu’na uçtuk. Önden giden arkadaşlarımız vadiye girdikleri için onları alamadık. Mehmetçiğin ilgisi ve yardımları bizi mutlu etti. Çay ve ikramlar bizi mest etti. Dağ ortamındayken birkaç dakika içinde uygarlığa ışınlanmış çaylarımızı içip gelen ikramları hüpletiyorduk. Değerli komutanlarımızla, tırmanışımız, bölgenin sorunları ve kış turizmine kazandırılması gibi birçok konuda keyifli bir sohbet gerçekleştirdik ve hatıra fotoğrafı çektik.

Bu sırada ilçe merkezinden çağırdığımız helikopterle (ha ha ha tamam gerçek dünyaya dönüyorum 🙂 normal 27’lik bir minibüs ile kaldığımız otele döndük. İşin ironik yanı, önden giden 3 arkadaşımız yürüyerek tam tur faaliyeti tamamladılar. Biz öğleden sonra 14:30 gibi ilçe merkezine ulaşıp otelimizde dinlenirken onlar daha vadiden çıkamamışlardı. Uçaklarını da kaçırdılar. Birlikte yaptığımız akşam yemeğine ancak yetişebildiler. Bu bahtsız arkadaşlar kim söylemiyorum fotoğraflardan belki tahmin edilebilir (Bir ipucu: Yerde kardan yansıyan ışınlara daha uzun süre maruz kaldıkları için yüzleri daha fazla yanmış olabilir 🙂

Altıncı Gün:

Ertesi gün sabah vedalaştık. Çoğunluk uçakla İstanbul’a döndü. Ben Sönmez’in oluşturduğu küçük bir ekiple önce Van’a sonra Bingöl’e gittim. Amacımız daha önce keşfettiğimiz donmuş bir şelaleye tırmanmaktı. Bütün gün şehirlerarası bir minibüste seyahat ile geçti. Pencereden baktığımda her yer bembeyazdı. Aracın teybinde Ahmet Kaya kaseti – Sensiz Yaşayabilmirem çalıyordu. Hüzün ve sessizlik aracın içini doldurunca Sönmez sıkılmış olacak hareketli bir türkü söylemeye başladı. Yolcular rahatsız olurlar hatta tatsızlık çıkar diye çekinmiştim. Ama Sönmez güzel söyleyince minibüs içinde bir itiraz olmadı. Diğer yolcular da beğendi. Hatta telefonla video çeken sosyal medyada canlı yayın yapanlar bile oldu. Sönmez şarkı türküyle samimiyet kazanınca soğuk ortam birden ısındı. Yolcularla 40 yıllık tanıdık gibi sohbet etmeye başladık. Elbette herkesin içinde bir derdi vardı. Kimisi hasta akrabasını görmeye, kimisi cezaevindeki eşini ziyarete gidiyordu.

Yedinci Gün:

Sabah erkenden Bingöl Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’nü ziyaret ettik. Yetkililer ve Bingöl TDF İl temsilcisi arkadaşımızla tanıştık. Onların yardımıyla bölgede tam anlamıyla bir şelale avına çıktık. Ancak tüm şelalelerin soğuk hava şartlarına rağmen sadece ocak ve şubat aylarında donduğunu, diğer zamanlarda ise tırmanmaya elverişli olmadığını gördük. Kısa ama verimli Bingöl keşfimizin ardından uçakla İstanbul’a evimize döndük.

Tırmanışımız bazı yazılı basın ve internet medyasında haber olarak yayınladı.

Teşekkür

Bu büyük ve önemli kış faaliyetine emeği geçen, yardım ve desteğini esirgemeyen tüm kurum, kuruluş ve ip arkadaşlarıma şükran borçluyum. Cilo’ya tekrar geleceğiz, söz verdik. Çünkü dağ orada duruyor ve ona tırmanmak isteyenlere macera vaat etmeye devam ediyor.

Dip not: Cilo Dağlarıyla ilgili Fujifilm’in hazırladığı güzel bir film var, bu coğrafyayı merak ediyorsanız video adresini ekliyorum izlemenizi tavsiye ederim: https://vimeo.com/139283269

– Sosyal Medya ve İletişim –
►I N S T A G R A M – http://www.instagram.com/alidoguyildiz
►F A C E B O O K – https://www.facebook.com/alidoguyildiz
►B L O G – http://www.yuksektepeler.com
►İ L E T İ Ş İ M – [email protected]

Aladağları özlemişim. Heybetli dağ silsileri ile yeniden buluşmak eski bir dost ile yeniden karşılaşmak gibiydi. Mehmet abinin hoplatan rahatsız traktörünü bile özlemişim. Gerçi o traktör dönüşteki yorgunlukta limuzin gibi geliyor insana. Yanlarında drone getiren bir grup gördüm. Traktörle dönerken tepelerinde takip eden drone ile görüntü kayıt ediyorlardı.

Dağcılık filmlerinde hep heyecanlı sahneler olur ya, başroldeki oyuncunun ayağı kayar son anda bir yere tutunur, yukarılardan bir şey düşer, mutlaka bir aksilik çıkar, bu dağ o heyecanı size kesinlikle sağlıyor. Yerli Everest filmi çekilse herhalde bu dağ, filmin konusu olurdu. Çünkü Erciyes aksilik çıkma olasılığı yüksek olan bir dağ. Ben kendimi Everest filmi sahnelerinde gibi hissettim çoğu yerde.

Isparta Dedegöl dağı kamp alanı manzarası çok güzel bir yer. Üniversite dağcılık klüpleri için çok uygun bir yer. Tam bir eğitim ve başlangıç yeri. Madem dağcılığa yeni başlayanlar için burasını önerdim yeri gelmişken yeni başlayanlar için önemli bir tavsiye vereyim. Süreç içerisinde çevremde çoğu kişinin diz kapağı ve çevresinde sorunlar yaşadığını gördüm.

Volkanik krater çanağına ulaştığımda sırttan batıya doğru döndüm. Karşımda ilk gördüğüm yükseltiye doğru yürümeye başladım. Birkaç dakika önümde ilerleyen Sönmez hoca beni gördü ve kendisini takip etmem için uyardı. Gittiğim yer Hasan Dedenin mezarının olduğu söylendiği küçük zirveymiş(3235m). Saat 10:00 gibi birkaç dakikalık aralıklarla hep birlikte büyük zirveye (3268m) ulaştık.

Rüzgarla ilgili bir hikayesi daha bu dağın. 1959 yılında bir İngiliz uçağı Süphan dağının tam zirvesine çakılmış. O zamanlar kabin basıncı ayarlaması olmadığından uçaklar çok yüksekten uçamıyormuş. Soğuktan göstergeler donunca rüzgarla birlikte uçak rotasından sapmış ve pilotlar da bulutlu havada fark edemedikleri için dağın zirvesine çarpmışlar. Sonrasında İngilizler bir kurtarma ekibi kurmuş. Hem kurtarma hem de uçak içindeki gizli bilgileri imha etmek için yoğun çaba harcamışlar…

Van gölüne Vanlılar deniz diyorlar. Göl suyunun cilt hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Bilimsel kanıtlar sunulursa sağlık turizmi gelişebilir burada. Suyu sodalı ve tuzlu olduğu için sadece endemik bir balık türü (inci kefali) yaşayabiliyor. Dalgasız gölde yüzmek zevkli ama çıkınca yağlı gibi hissettim kendimi ve su ile duş almak istedim. Sodalı suya alışmak gerekiyor.